İnsansız adalet olmaz
Adaletsiz insan olur mu?
Olur, olmaz olur mu!
Ama, olmaz olsun
Ucuz sinemalara giderim,
Cebimde fazla para oldukta
Otururum koltukta.
Kovboy filmlerine biterim:
Kızı hesaba katma,
Artistler yalnız erkek.
Şarkı, çalgı, gürültü
Kavga, yumruk, tabanca
Yaşa, vur, kır sesleri
Çın çın öter salonda.
Sahneler basitmiş, basit
İncelik yokmuş, yok!
Kötüler ceza yer en sonda
Adalet var, iş onda!
Hak hukuk dağıtma yeri
Kovboy filmleri.
Yedi iklim dört köşeyi dolandım
Meğer dünya her tarafta bir imiş
Ben dünyayı Al’Osman’ın sanırdım
Meğer dünya yüz sultanlık yer imiş
İrili ufaklı insan piç oldu
Onlar doğdu geçinmesi güç oldu
Altı Arap atı şahbaz niç’oldu
Mamur sandım yalan dünya çürümüş
Okuduğun tutmaz oldu alimler
Kalktı da adalet arttı zulümler
Terlemeden mal kazanan zalimler
Can verirken soluması zor imiş
Kulak verdim dört köşeyi dinledim
Meğer gıybetimi eden çoğ imiş
Çok yaşayıp mihnet ile ölmeden
Az yaşayıp dem sürmesi yeğ imiş
Dadaloğlu’m der ki sözüm vasiyet
Benim sözümü dinleyene nasihat
Besmelesiz kazanılan piç evlat
O da dünyada ziyankar imiş.
Hem kısaydı Ayasofya tekbir seslerine,
Dardı hem.
Hava bir yeşille bismillâh gibiydi,
Gökyüzü bir bahardı hem.
İhtiyar yeniçerim öpmüştü İstanbul toprağını,
Duymuştu lezzetini yeryüzünün.
Nesilleri mesteden bir aşk ki ardında,
Bir cihan vardı hem.
Uyumuştu yeditepe hudutsuz,
Kaderin parıltısında
Kaderin parıltısından,
Uyanmış kadardı hep,
Geçmişin karanlığı dağılmıştı sultanla kul arasında,
Bir kardeşlikle can üzre.
Artık evler değildi eğilen insana karşı,
Saraylardı hem.
Sonsuzluğun saltanatından,
Kuvvetle adaletle denizler kadar,
Söylerdi vaktini Fatih dalgalara,
Duyardı hem.
Bizim memleketten haber sorarsan
Kimi açtır kimi toktur efendim
Koltuğu bulanlar bizi unuttu
Arada sürünen çoktur efendim
Avukat elinden hakim şaşırdı
Adalet sabrını böyle taşırdı
Soyguncu fakirde boza pişirdi
Akıl fikir vicdan yoktur efendim
Seneler geçse de onmaz bu yara
Fakir fukaraya güneş kapkara
Devrin peygamberi kesildi para
Hastaları çiğ yer doktur efendim
Mahzuni Şerif’im kime darılır
Sazı koyar başka şeye sarılır
Bir gün her zalimden hesap sorulur
Çünkü Hak’kın yolu haktır efendim
Sevdiğim bu sevdan adalet midir
Böyle zalım iki yüzlü yar benim
Bu yaylada ikimizin hakkı var
Neden olsun sümbül senin kar benim
Bakmaz mısın yüreğimde yanana
Ezelden kurbandır canım canana
Malım mülküm yavrum hayrandır sana
Defol demek yüreğime kor benim
Mahzuni’yim başim alip gidemem
Geveler düşümde sensiz yatamam
Seni sevdigime küsme Fadimem
Daha nice günahlarim var benim
Gene mi şahlandı Hurman Vadisi
Akar boz bulanık durulur gider
Fermanımı verdi Osman Kadısı
Hakk’ın adaleti kurulur gider
Tecelli edince mülke Süleyman
Vay neye benzedi bak tatlı zaman
Yakışmaz bu dağa bu kara duman
Bozulur buludu yorulur gider
Mahzuni boş vermez dünya haline
Güzel söz yakışır tatlı diline
Dokun, vur, inlesin sazın teline
Her şeyin ahengi kurulur gider
Ta dedemden sekiz dönüm kalmıştı
Kerim ağa niye sürdün tarlamı?
Hükümet vermişti, benim olmuştu
Kerim ağa nasıl sürdün tarlamı?
Bu nasıl adalet, nasıl terazi
Sürdüğünün mezarlıktı birazı
Yetmez mi on beş bin dönüm arazi
Kerim ağa niye sürdün tarlamı?
Merkebi, ineği çift ettim koştum
Eliminen diken yoldum, ot biçtim
Hendekler kazdırdım kuyular deştim
Kerim ağa niye sürdün tarlamı?
İki yorganımın birini sattım
Bir buçuk yatakta beş nufus yattım
Üç oğlumu bir tüfekle donattım
Kerim ağa niye sürdün tarlamı?
Mahzuni der yok mu benim gururum?
Yıllar yılı gurbet elde çürürüm
Yemin ettim artık seni vururum
Kerim ağa niye sürdün tarlamı?
Gücenme ey sofu baba
Biz aşığız kör değiliz
Ver bir selam al merhaba
İkiliğe yar değiliz
Hudey hudey hür aşkına
Yol verin gitsin şaşkına
Adaletsiz padişahın
Canavar girsin köşküne
Adem olan adem sever
Adalete boyun eğer
Kul hakkı dünyayı değer
Biz cana kıyar değiliz
O o o o o o meyhaneci
Şarab’ın bugün çok acı
İnsanlar konar göçerler
Kimi hoca kimi hacı
Gider Kul Mahzuni gider
Gider dostu tavaf eder
Benim bildiğim bu kadar
Biz cahile uyar değiliz
Hudey hudey hür aşkına
Biz içeriz pir aşkına
Adaletsiz Hükümdarın
Ateşler düşsün köşküne
O o o o o o meyhaneci
Bugün şarab’ın çok acı
İnsanlar Kabe misali
Gelen derviş giden hacı.
İthaf: Üstad-ı necibim Ali Ekrem Bey’e Yok ya Abbas’ı bilmeyen, kimdi?..
O sahabiyi dinleyin, şimdi:
“Bir karanlık geceydi pek de ayaz..
İbni Hattâb’ı görmek üzre biraz,
Çıktım evden ki yollar ıpıssız.
Yolcu bir benmişim meğer yalnız!
Aradan geçmemişti çok da zaman,
Az ilerden yavaşça oldu iyan,
Zulmetin sînesinde ukde gibi,
Ansızın bir müheykel a’râbî!
Bembeyaz bir ridâ içinde garîb,
Geliyor muttasıl mehîb mehîb.
Ben sokuldum, o geldi, yaklaştık;
Durmadan karşıdan selâmlaştık.
Düşünürken selâm alan sesini,
O heyûlâ uzandı tuttu beni:
Bir de baktım, Ömer değil mi imiş?
– Yâ Ömer! Böyle geç zaman, bu ne iş?
– Şu mahallâtı devre çıkmıştım…
Gel beraber, benimle, üç beş adım.
***
Ne sadâ var, ne bir yürür bîdâr;
Uhrevî bir sükûn içinde civâr.
Ömer olmuş gezer, sıyânet-i Hak…
Şu yatan beldenin huzûruna bak!
O semâlar kadar yücelmiş alın,
Çakarak sînesinden âfâkın,
Bir zaman sönmeyen nigâhıyle,
Necm-i sâhirde sanki bir hâle!
Duruyor her evin önünde Ömer,
Dinliyor bî-haber içerdekiler
Geçmedik en harâb bir yapıyı,
Yokladık sağlı sollu her kapıyı.
Geldik artık Medîne hâricine;
Bir çadır gördü, durdu kaldı yine.
***
Ocak başında oturmuş bir ihtiyarca kadın.
“Açız! Açız!” diye feryâd eden çocuklarının,
Karıştırıp duruyorken pişen nevâlesini;
Çıkardı yuttuğu yaşlarda çırpınan sesini:
-Durunda yavrularım, işte şimdicek pişecek…
Fakat ne hâl ise bir türlü pişmiyordu yemek!
Çocukların yeniden başlamıştı nâleleri…
Selamı verdi Ömer, daldı âkıbet içeri.
Selamı aldı kadın pek beşuş bir yüzle.
-Bu yavrular niçin, ey teyze, ağlıyor, söyle?
-Bu gün ikinci gün, aç kaldılar…
-O halde, neden
Biraz yemek komuyorsun?
-Yemek mi? Çömleği sen,
Tirit mi zannediyorsun? İçinde sâde su var
Çakıl taşıyla beraber bütün zaman kaynar!
Ne çare! Belki susarlar, dedim. Ayıplamayın.
-Peki senin kocan, oğlun, ya kardeşin, ya dayın…
Tek erkeğin de mi yok?
-Hepsi öldü… Kimsem yok.
-Senin midir bu küçükler?
-Torunlarım.
-Ne de çok!
Adam emîre gidip söylemez mi hâlini?
Ah!
Emîre öyle mi? Kahretsin an-karîb Allah!
Yakında râyet-i ikbâli ser-nigûn olsun…
Ömer, belâsını dünyâda isterim bulsun!
-Ne yaptı, teyze, Ömer, böyle inkisâr edecek?
-Ya ben yetim avuturken emîr uyur mu gerek?
Raiyyetiz, ona bizler vedîatu’llâhız;
Gelip de bir aramak yok mu?
-Haklısın, yalnız,
Zavallının işi pek çok zaman bulup gelemez;
Gidip de söylememişsen ne haldesin bilemez.
-Niçin hilâfeti vaktiyle eylemişti kabûl?
Sonunda böyle çürük özrü kim sayar makbûl?
Zavallının işi çokmuş!… Nedir, muhârebe mi?
İşitme sen de civârında inleyen elemi,
Medâne halkını üryan bırak, Mısır’da dolaş…
Gaza! Gaza! diye git, soy cihânı, gel paylaş!
Çocukların bu sefer yükselince feryâdı,
Kadın, tehevvürü artık cünûna vardırdı;
– Şu nevhalar ki çıkar tâ bulutların içine,
Ömer! Savâik-i tel’in olur, iner tepene!
Yetîmin âhını yağmur duâsı zannetme:
O sayha ra’d-ı kazâdır ki gönderir ademe!
“Açız! Açız! Bize bir lokma olsun ekmek ver… ”
“Susundu yavrularım, işte oldu, şimdi pişer!”
Gidip de söyliyeyim hâ?.. Dilencilik yapamam!
Ömer de kim? Benim ondan kerîm adamdı babam,
Ölür de yüz suyu dökmem sizin Halîfenize!..
Ömer vuruldu bu son sözle…
– Haklısın, teyze!
Avut çocukları, ben şimdicek gider gelirim.
***
Halîfe önde, bitik suçlu, münfa’il, nâdim;
Ben arkasında, perîşan, çadırdan ayrıldık.
Sabâha karşı biraz başlamıştı aydınlık.
Köyün köpekleri ejder misâli saldırıyor,
Bırakmıyor bizi yoldan, fakat kim aldırıyor!
Medîne’nin dalarak münhanî sokaklarına;
Dönüp dönüp hele geldik zahîre anbarına.
Halîfe girdi açıp, ben de girdim emriyle.
Arandı her yeri, bir mum yakıp ale’l-acele.
– Şu tek Çuval unu gördün ya! Haydi yükle bana;
Bu testi yağ doludur, elverir o yük de sana.
Çuval Halîfe’de, yağ bende, çıktık anbardan;
Kilitleyip geri döndük deminki yollardan.
Mesâfe, baktım, uzun; yük yaman; Ömer yaralı;
Dedim ki:
– Ben götüreydim… Verir misin çuvalı?
– Hayır, yorulsa değil, ölse yardım etme sakın:
Vebâli kendine âiddir İbni Hattâb’ın.
Kadın ne söyledi, Abbas, işitmedin mi demin?
Yarın huzûr-i İlâhide, kimseler, Ömer’in
Şerîk-i haybeti olmaz, bugünlük olsa bile;
Evet, hilâfeti yüklenmiyeydi vaktiyle.
Kenâr-ı Dicle’de bir kurt aşırsa bir koyunu,
Gelir de adl-i İlâhî sorar Ömer’den onu!
Bir ihtiyar kan bî-kes kalır, Ömer mes’ûl!
Yetîmin, girye-i hüsrân alır, Ömer mes’ûl!
Bir âşiyân-ı sefâlet bakılmayıp göçse:
Ömer kalır yine altında, hiç değil kimse!
Zemîne gadr ile bir damla kan dökünce biri:
O damla bir koca girdâb olur boğar Ömer’i!
Ömer duyulmada her kalbin inkisârından;
Ömer koğulmada her mâtemin civârından!
Ömer halife iken başka kim çıkar mes’ûl?
Ömer ne yapsın, İlâhî, beşer zalûm ü cehûl!
Ömer’den isteniyor beklenen Muhammed’den…
Ömer! Ömer! Nasıl aldın bu bârı sırtına sen?
– Sen almasan acaba kim gelip de senden iyi,
İdâre eyliyecek düştüğün bu ma’rekeyi?
Evet, adâleti “mutlak” hayâl edersen eğer,
Ömer değil ya ne olsan bırak ki hepsi heder!
Beşer, adâleti “mutlak” tahayyül eylerse,
Görür ümîdini mahkûm her zaman ye’se.
Sen ey Ömer, ne meleksin, ne bir emîr-i zalûm…
Fakat elinde ne var? Fıtraten beşer mazlûm!
Görür bürûc-i semânın bütün sitâreleri,
Zalâm içinde, yük altında inleyen Ömer’i!
Huzûr-i Hakk’a çıkarken bu unlu cebhenle,
Değil zemîni, getir şâhid âsümânı bile!
– Uzak mı yol? Daha çok var mı?
– Ancak üç beş adım.
Mecâli kalmamış artık zavallının… Baktım:
Olanca azmini cebr eyleyip, nefes nefese;
Yavaş yavaş yürüyor. Geldi bin belâ ne ise!
Sokuldu haymeye, indirdi arkasından unu:
– Bırak da testiyi yerleştirin kenâra şunu.
Hemen çakılları çömlekten indirip attı,
Uzandı testiye, yağ koydıı, sonra un kattı.
Oturmak istedi, lâkin belâya bak ki: Ocak
Hemen sönüp gidecek…
– Teyze, yok mu hiç yakacak?
Kadın getirdi beş on parça yaş diken Ömer’e;
Ömer de yakmak için büsbütün serildi yere.
Ocak tüter, Ömer üfler zefir-i hârıyle;
Zemîni lihye-i beyzâ yı târumârıyle,
Sücûd tavr-ı huşû’unda, muttasıl süpürür;
İçinde rûhu yanar, cebhesinde ter köpürür!
Döner muhît-i nigâhında tûde tûde duman;
Bulut geçer gibi necmin hıyat-ı nurundan!
Ocak tutuştu, yemek pişti;
– Var mı teyze kabın?
Getir de indirelim…
– Var büyükçe bir kap, alın.
Yemek sıcaktı, fakat kim durup da bekliyecek!
Ömer çocuklara bir bir yedirdi üfliyerekl
Kesildi haymede mâtem, uyandı rûh-i süıûr;
Çocuklar oynaşıyorlar, kadın ferîh ü fahûr.
Ömer bu âlemi gördükçe gaşy içindeydi…
Dedim:
– Sabâh oluyor kalkalım…
– Evet, haydi!
Yarın Emâret’e gel teyze, öğleyin beni bul;
Emîr’e söyleriz elbette hayr olur me’mul.
***
Yüzü gülmüştü teyzenin, baktık,
Biz de çıktık vedâ edip artık
Hiç görünmeksizin gelip geçene,
Doğru indik Halife’nin evine.
“Şimdi nerdeysegün doğar, kalıver.”
Diye, koyvermiyordu, çünki, Ömer.
Etti az sonra subh-i velveledar
Uyuyan şehri kamilen bidar
Öğle geçmişti, çıktı geldi kadın.
-Galiba, teyze, uykusuz kaldın!
İşte bağlanmak üzredir nafakan,
Alacaksın her ay gelip buradan.
Şimdi affeyledin değil mi beni?
-Böyle göster fakat adaletini.
Geçti, geçti mevsimler…
Süpürüldü takvimler.
Gidenlerden kalan şey;
Duvarlarda resimler,
Mezarlarda isimler…
Geçti, geçti mevsimler…
Hani eski iklimler?
Has ekmekten dilimler.
Hey gidi zamane hey!
Tesellisiz ilimler,
Adaletsiz taksimler…
Hani eski iklimler?
Şu zeytin yağlı dolma
Yemek değil rezalet
Rezalet rezalet.
HÜRRİYET MÜSAVAT ADALET