Diyarbakır, bence dünyanın en politik kentidir. Sokak aralarında, kıraathanelerde, eviçlerinde insanlar durmaksızın siyaset konuşurlar. Doğdukları andan itibaren, devletin asimilasyon projesinin bir parçası olmanın gereğidir bu. “İki ayrı dil, bir vatan toprağında yan yana durmaz! ” diye hangi İngiliz kandırmışsa artık cumhuriyeti, kardeşliği sekteye uğratmaya yetecek ne varsa yapıldı şu geçtiğimiz asırda. Her iki taraftan da ölenler intikama çaldılar. Düşmanlık peyda oldu birbirini tanımayan insanlar arasında. Mesela çoğu Trakya insanı, ancak askerlik vesilesi ile tanıdıkları doğu insanına karşı, medyanın soslu provokasyonuyla beraber, neredeyse nefrete varacak denli doludurlar. Kürt sözcüğüne zerre tahammülleri yoktur. Ve önyargı ummanını geçip kalplerine ulaşabilen doğuluları büyük bir hayretle karşılarlar. Ama bu durum Einstein’ı teyit edecek bir biçimde önyargılarını parçalamaz, karşısındakini asimile olmuş bir Kürt olarak görmeyi yeğlerler.
Düşmanlık duygusu, bir insanın yüreğini kine ve nefrete doğru bileyledikçe, bir noktadan sonra varlık emaresi olarak kendini gösteriyor. Demem o ki, kendini tanımlamanın bir yolu oluveriyor birine düşmanlık etmek. Sonra o düşmanlık duygusu gruplara, bölüklere, ırklara dair bir duygu olmanın yolunu tuttuğunda; genellemelerin pençesinde can çekişen bir insanlık resmi çıkıyor önümüze. Amansız bir Siyonizm düşmanı olmam, beni bütün Musevilere düşman eder mi sizce? Tıbbiyede en yakın iki üç arkadaşımdan biri Museviydi. Niçin bir grup insanın yaptığı zulmün faturasını, aynı ırktan başka insanlara çıkarayım ki? ! Bu benim insanlığımdan feragat etmem manasına gelmez mi?
Milliyetçiliğin açmazı, tam olarak burada yatıyor işte. Bir insanın milli duyguları olabilir, bunda hiçbir beis yok. Hepimiz yaşadığımız toprağın şekil verdiği insanlarız, sevdiğimiz bütün alışkanlarımızı bu topraktan devraldık. Kendi adıma, standartları yüksek bir başka ülkede bir ömür yaşamayı, orada peşimi asla bırakmayacak olan yabancılık duygusuna binaen asla istemem. Beni tamamlayan şeyler; tarihin yarıklarından sızarak, kültürlerin etkileşimlerinden sentez edilip, yüzlerce yıllık bir maceranın imbiğinden geçerek damıtıldı.
Şimdi kendimde ve etrafımda sevdiğim ne varsa, bu topraklarda yaşayan ve yaşatılan bütün hikâyelerin bunda payı var. Bu açıdan bakıldığında milliyetçi biri gibi gözüken ben, artık bu kelimenin anlamının sevgi cümleleri ile şerh edilmediğini dehşetle fark ederek oradan hemen uzaklaşıyorum. Milliyetçilik, yazının başında ifade ettiğim gibi, düşmanıyla kendini tanımlayan bir hal aldığına göre, düşmanlık duygusunun bina ettiği bir şerhi niçin ismimin yanına koyayım? ! Düşman edinmek için mi! ?
Kaldı ki, en sevdiklerimize yapılan saldırılar başkalarını bize düşman kılıyorken; biz bu düşmanlığı kendi benliğimize bir saldırı olarak algılamıyoruz. Biz bu saldırıyı, hakikate olan bir saldırı olarak telakki ediyoruz ki, hakikati bir ırkın üstünlüğü ile ilintilendirmek sizce ne kadar hikmetli? İnsanı doğduğu yere, kökenine bakarak etiketlemek ne kadar insani bir tavır sizce! ? Milliyetçilik, daha telaffuz edilir edilmez kendi düşmanını doğuran bir manaya boşaldığından, daha çok İngiliz siyasetinin kullanmayı pek sevdiği bir maşadır benim için. Ve her şey ve herkes, Allah’ın!
Dünyaya Yeni Söz Gazetesi, 15.05.2011
Batılı toplumlar, kendilerini yönetenler tarafından derin bir siyasi uykuya yatırılmışlardır. Dünya meseleleri umurlarında değildir, varsa yoksa kendi standartları… Hayatları, yükselen benzin fiyatlarına ve Wallmart’ın borsa hisselerinin gidişatına endekslidir. New York’ta elektrikler kesilirse kıyamet kopar. Ama işin tuhaf yanı şudur ki, New York’ta elektrikler kesilmeden yıldızları göremezsiniz. Yıldızları görmeyen insanlar, dünyanın öbür ucunda evine aç ve işsiz dönenleri nasıl görsün Allah aşkına! ?
Bizim topraklarımızda ise, yoksulluk ve zulümle travmatize mecburi bir politik tutum vardır. Doğuda, evinden çıkıp sokak aralarına giren hemen herkes çok kısa bir süre sonra politize olur. Sizin yerinize hakkınızı savunacak partiler, dernekler, örgütler hâsıl olur. Pişirilmiş fikirler, organize eylemler, mecburi kutuplaşmalar servis ederler size. Siz de, üzerinize yapışan ergenliğinizden bir seçim yaparak kurtulma imkânı bulursunuz. Sonrasında, ötekine körleşip iyice sağırlaşarak insanlıkla bağı bir çırpıda kopartılmış kavramların kiralık katiline dönüşüverirsiniz.
Yanlış, size hazır sunulandan yemenizle başlar. Siz, yediğinizin ilk halini görmedikçe ve onu kendiniz pişirip kendinize servis etmediğiniz müddetçe o yanlış düzelmez. Allah’ın defaten tekrar ettiği “akletmez misiniz? ” uyarısı da tam olarak bundandır. Çünkü akıl, yollarınızın inşası için bir kılavuzdur. Eksik bıraktığınız, aceleye getirdiğiniz her nokta, sizi başkalarının aklına hizmet etmeye zorlar. Bir gün eve dönersiniz, posta kutunuzda fatura! Öyle ya, yanlışın bedelsiz bırakıldığına şahit oldunuz mu hiç! ?
Öyle bir seçim yapmalıyız ki, karşımızda zalimden gayrisi bulunmasın. Ne ırkı, ne inancı, ne milliyeti bizi bağlamasın. Öyle bir seçim yapmalıyız ki, mazlum hatırımızdan hiç çıkmasın. Mazlum ki, mazlum olur olmaz neye dâhil olursa olsun bizim emanetimiz! Bana kalırsa bu, aklın hakkını vermektir. O hazır sunulan fikirlerin ilk haline dönmektir. Adem’in şerefine secde etmektir.
Şimdi bu yazıyı okurken tam da burada bir dakika durup düşünün derim. Hiç tanımadığınız insanları bir gruba dâhil olarak görüp onlara düşman kesilmişseniz, siz de hiç tanımadığınız bir grubun içerisindesiniz demektir. Bir grubun fikirlerine, eylemlerine karşı olmak ayrı! Hele ki o fikirler ve eylemler çoktan bir zulme dönüşmüşse, bu bizim için bir savaş ilanıdır da! Ama siyonistlere bakıp Musevilere düşman olmak, pkk’lılara bakıp Kürtlere düşman olmak, aşırı milliyetçilere bakıp Türklere düşman olmak, yobaza ve softaya bakıp Müslümanlara düşman olmak… Bunların hepsi, size hazır sunulandan yemenizden başka bir şey değildir. Bir insana, bir önyargının elinde can vererek düşman olmak, kendinize hakaret etmek demektir. Kendi şerefinizi ayaklar altına almak demektir.
Varsın ideolojimizi hiçbir insanın geri çeviremeyeceği “haksızlık karşısındaki tutumumuz” belirlesin. Bu tutum bizi insana değil, o hakkın bertaraf edilişine düşman etsin. Öyle sıkı duralım ki zulmün karşısında, meleklerin secde ettiği şerefimiz ayyuka çıksın.
Buyrun, Hz. Ali (k.v.) ile bitirelim yazıyı:
“Haksızlık karşısında eğilmeyiniz! Çünkü hakkınızla beraber, şerefinizi de kaybedersiniz! ”
Dünyaya Yeni Söz Gazetesi, 19.05.2011
oralardan bir geyik çıkar gider ormanı
ve tam olarak burada sen kadraja girersin
o kadar güzelsin ki nasıl demesem
yani işte susunca çıkmayan her şey sensin
dönüyorum… gece çapkın,
almış yine yıldızları koynuna.
ay kendini güneşle aldatıyor ben kendime senle aldanıyorum
bankalar bozmuyor boynunu ki ne iyi
oralardan bir geyik öldürür sermayeyi
oralardan bir orman bu şehre yanıyorum
yırtıp attım karşılıksız çıkıyor ‘seviyorum’
bir kez bunu rüyamda ellerimle tutmuştum
kaç sene önceydi mayısı ortasından gözlerinle yarmıştın
uyanmıştım oralardan bir geyik sana durmuş
öğlen okunuyordu alnından aşağıya
ben sadece vuruldum yoksa hayat fanidir
ne kadar kavuşsak bir gün öleceğiz
tenin turab
ve realite aşka fevkalade manidir
oralardan bir geyik çıkar gider ormanı
ve tam olarak burada sen kadraja girersin
çünkü sen
o geyik gitmeden önce gördüğüm en son şeysin.
Sen’i özlüyorum: baktığım en uzak yerin yankısı bu. aczim damarlanıyor. gücümün yetmediğine yeniliyorum. Sana yenilmek kadar güzel bir şey yok. beni durmadan mağlup et. beni durmadan mağlup et, Sen’in durmadan galip geldiğine şahit olmak bana aşk. benim kazanmam diye bir şey yok… ben diye bir şey yok… diye bir şey yok… bir şey yok… şey yok… yok… …
Sen’i anlıyorum: yaktığım en yalancı türkü bu. aczim damarlanıyor. bütün faniliğim aklımdan! unutan her yanımdan beşeriyet fışkırıyor. yaptığım hataların yenileri yolda. hala mı ben? uçaklar uçuyor diye mi? gemiler yüzüyor diye mi? oğlum olan, beni baba kıldı diye mi? tufan koptuğunda Nuh’un oğlu boğuldu. dağlar alçaldı. benim anladığım; o sular çekildikçe konuşur… beni bağışla… bağışla… …
Sen’i seviyorum: bundan büyük lütuf -bilmiyorum! – var mıdır bana? aczim damarlanıyor. şans verdin, göz gördü. gözün gördüğü göze şükrü göstersin. şükür dilden geçsin yüreğe. dilin söylediği dile, gözün gördüğü göze, yüreğin attığı yüreğe… hep Sen’i şükretsin. şükür şükre şükretsin. şükrü şükreden şükür şükre şükretsin. şükrü şükreden şükrü şükreden şükür şükre şükretsin. şükür…
yüzün çarpıyor… beni zülfünle ince tellere ayırıyorsun. Mikail’in emirle düşürdüğü bir rüzgâra denk geliyor alnın ki saçlarınladır. yıldızları soğutuyorum uzay denilen gökte. sonra ansızın venüs… çırpınan tövbelerle giyiniyor üstünü. [not al: atları terbiye eden ellerde bile Cebrail vardır! ]
sana bu donuk turuncuyu buldum. yasaksa kızıl, ancak bu kadar yanmana el veriyor gönlüm. rüzgâr eserse senin zülfün bu ormanları elime tutuşturur. geyikler yanar geyik eti olurlar. ben erirsem… bir ihtimal aşk olurum bir ihtimal cehennem. [not al: mahşerde türkü söylemek yasak değilse yırttık! ]
çarpıcı bir kıyamet manevrasıyla boynumu senden çeviriyorum. ve o an İsrafil çıkıp geliyor, eline benzer bir şeyde düdüğe benzer bir şey var. o düdüğe benzer şeyi ağzına benzer şeye götürene kadar bir süre… sana benzer her şeyden dönüyorum. [not al: şirk detektörünü ölmeden kim susturmuşsa helal! ]
bu düzene simetrik sıyrıklarla yaşlanıyorum. ortancanın açtığı, çiçekler arasında gizli bir kıskançlık ve bahardır. senin açtığın, çıplak omzunla ilgili binbir türlü yük bu aksak develer kervanına. çöl ağlıyor kuma amors. ölümü ezbere okuyan her şey yaşıyordur. [ not al: doğum günü mumlarını Azrail mi üflüyor? ]
Alçak İsrail donanmasının gemiyi taciz ettiği ilk andan itibaren başlamak istiyorum. Zira inanmazsınız, daha sonra gemidekilerle konuştuğumuzda da benimle aynı duygu ve düşüncede olduklarını öğrenecektim, o vakte kadar biz Ebubekir Kurban’ın güzeller güzeli kızlarının özenerek başörtüsü diktiği Barbie bebeklerin, Gazzeli çocuklara sağ salim ulaşacağından neredeyse hiç şüphe etmiyorduk. Hava güzeldi, kuzenimle 7-8 saatlik bir araba yolculuğu sonrası evde oturmuş Haneke’nin “Bilinmeyen Kod”unu izliyorduk. Neden sonra film bitti, internette (Twitter süper bir şey!) olan bitene uyandım. Kuzenime “haydi, İsrail konsolosluğuna gidiyoruz” dedim. Toparlanırken telefonuma mesaj atan ve benim kuzenime yapmış olduğum teklifin aynısını bana yapan arkadaşım Halid’i(Şimşek) ve onun arkadaşı Hakan’ı(Yılmaz) da arabayla alarak kalabalığa mütevazı bir katkıda bulunmak üzere karşıya, Levent’e geçtik.
Konsolosluğun önünde örgütlenmiş yaklaşık 200-300 kişilik bir kalabalık vardı. Kuzenim, kalabalığın arasından geçerken “hiç başı açık kadın yok” diye fısıldadı. Hayır, başı açık kadınlar vardı ve fakat onları o ufak kalabalığın arasından bile zar zor seçebiliyordunuz. Elbette pozitif ya da negatif bir ayrımcılık yapmak yerine, bu meseleye sahip çıkan kesime göndermede bulunduğumu hepiniz anlıyorsunuzdur. Tekbir, hutbe, tilavet, ezan derken; zaten başka gruplardan gelen vardı ise de, kalabalığı sayıca kuvvetlendirmekten gayrı bir şey yapamamıştır eminim. Çünkü bütün sloganlar İslam’ı refere ediyordu. Bu benim için sorun değildi, bana kalırsa güneş sisteminde olan biten her şey İslam’ı refere ediyordu. Lakin Abese’de lütfettiği gibi “dilediğine inandıran” Allah’ın belki o an için “dilemediği” yahut bitevi bir aydınlanma yaşatmadığı eşhasa(benim karanlığımdan hiç sormayın!) , susmaktan gayrı çare bırakmayan bir topluluktu oradakiler. Haklılardı, kardeşleri hakkında kaygılılardı, İsrail’e doğduklarından beri düşmanlardı, öfkeleri kontrol altına alınmaya değil kendini dışa vurmaya daha iştahlı gözüküyordu. Haliyle, vakit geçtikçe ve kalabalık güçlendikçe o belli belirsiz gördüğüm grupları da görememeye başladım.
Burada bir parantez açalım. Kimseye haksızlık yapmak istemiyorum. Filistin meselesini vakti zamanında kendi meselesi edinmiş ve gidip orada çatışmalar vermiş, türküler yakmış sol gruplar vardı, bilirsiniz. Ama bu meselede onların örgütlenememesini bir türlü anlayamadım. Elbette “İslamcı” arkadaşlarımızın bu duruma katkıları olmuştur. Ama inanmıyorum ki, mazlumun çektiği acıyı yüreğinden hisseden biri, samimiyetle oraya gelmiş olmasın. Birileri de gidip Amerikan konsolosluğunun önünde kusabilirdi içindekini mesela. Yahut konsolosluk şart mı ya, eskiden konsolosluk mu vardı! ? Bu süreçte “yeşil bayrak teröründen gemidekilere üzülemedik” diyen gruplara zerre hak vermiyorum. Yeşil bayrakları terörize bulabilirler, buna lafım yok. Ama insan olmaları, bu meseleye derinden üzülmelerine yetecekti. Mavi Marmara gemisindeki insanlar hangi inanca memur yahut mensup olurlarsa olsunlar, haksızlığa uğruyorlardı ve bu haksızlığa karşı durmak kime hizmet ederse etsin, bu durumdan kim nemalanırsa nemalansın, bir öncelik sonralık hesabına indirgenebilecek denli ucuz değildi, hiç değildi! 29 senelik hayatımda, yaşadığım bu olay, şahit olduğum en büyük turnusoldür. Neler neler okumadım, izlemedim, işitmedim ki! Meğer mazlumun bile bir dini, bir etnisitesi, bir cinsiyeti, bir bilmem nesi varmış. Müslüman mazlumlara, bir tek müslümanlar, diğerlerine diğerleri koştururmuş. Kahrolsun şovenist ahlakçılık!
Sonra tacizlerin, taciz olmaktan gayrı ilerlemediğini, “bu şerefsizler cesaret edemeyecekler” rahatlığıyla görüp, saat beşe doğru evin yolunu tuttuk. Eve geldiğimde son düşündüğümün ne kadar doğru olduğuna şahit oldum. Bunlar külliyen şerefsizdiler ve geminin Gazze’ye yanaşmasından ötürü dehşetengiz bir korkunun içinde, gemiye saldırmışlardı. Helikopter o geminin üstünden aşağı piçlerini dökmeye başladığı zaman, işte tam o zaman, “neden ben o gemide değilim” dedim. Asabım bozuldu, kendimi hiç olmadığım kadar çaresiz hissettim. Öyle bir duygu çöktü ki üstüme, o duygunun bertaraf olması için o gemide olmamdan gayrı çare yok!
Sabaha kadar uykusuz haber izledik. Öğlene doğru kısa bir süreliğine nasıl olmuşsa sızmışım. (Allah affetsin!)
Bütün dünya, canlı yayında, o alçak zalimlerin katliamına tanıklık ederken, ben içimdeki enerjiyi nasıl dönüştürebilirim diye durmadan sigara ve çay içiyordum. Mübalağasız, bu meseleye dair en kuvvetle hissettiğim duygu; çaresizlik! Ne yapabilirim diye kendimle konuşuyorum. Konuşmayı bırakın, kendimle düpedüz tartışıyor, yumruklaşıyor, hesaplaşıyorum. Yapılması gereken belli, hemen uçakların kalkması, gemilerin demir alması, ordunun izhar edilmesi gerekiyor. Ama ortalıkta bir sessizlik var ki, o sessizliğin içine bildiğiniz bilmediğiniz bütün küfürleri rahatlıkla sığdırabilirsiniz. Devlet başkanı da değiliz, ömrümüzce iktidarın bir parçası olmayı da becerememişiz. Bırakın bir parçası olmayı, kime iktidar yakıştırması yapılmışsa, elimizde ne varsa fırlatmışız, ağzımıza geleni saydırmışız. Dolayısı ile iktidarın bizi dikkate alması mümkün gözükmüyor. Ama olur da bir boşluğuna denk getiririz, Allah’ın işi belli mi olur, vicdana merhamete gelirler diye düşünerekten, reisi cumhura bir mektup yazdım. Çok güzel oluyor, siz de yazın. Cumhurbaşkanlığı sitesinde “Cumhurbaşkanına yazın” diye bir bölüm var, oraya bir şeyler yazıyorsunuz, asla cevap vermiyorlar. Siz de yazdığınızla kalıyorsunuz. Dostlarımın hayatından o denli büyük bir endişe içerisindeyim ki, ömrümce hiç yapmadığım bir şeyi yaparak mektuba “Şairim” diye başladım.
Burada biraz ahkâm kesmem gerekiyor. Bana ne vakit şairlik isnat edilmişse her defasında onu kuvvetle “estağfurullah”lamışımdır. Lakin burada, bir insanın şair oluşuyla yahut kendisine şairlik atfedişiyle ilgili ezber bozan bir durum var. Zira şair cümle kurarak anlayamadığı ve anlaşılamadığı için şiire sürgün edilir. Gündelik hayatın içerisinde geçen alelade cümleler onun bu dünya ile hesaplaşmasına yetmez çünkü. Bunu ilk olarak, cümleleri deforme ederek, sonra sonra metaforun dibine doğru çekimlenerek yapar. Yani şair, cümle kurmaktan kovulan adamdır, bakmayın bu kadar cümleyi peşi sıra yazdığıma, bu kelimelerin / cümlelerin hepsinden kovulmuş bir adamım ben. Uzun uzun anlatınca cinnet geçiriyorum! Şimdi reisi cumhura yazarken şair demem de ondan. Eflatun’un bizi kapıya koyduğu günden beri, devletle çekişir dururuz. Eflatun halt etmiş, o bizi kovmadı, biz istifa ettik!
Dostlarım için bir miktar alçaldığım cümleleri elbette keserek mektubu aşağı alıntılıyorum:
Kıymetli Reisicumhurum,
Ben…….(buraları bir dostum, akrabam görür diye ödüm patlıyor, nasıl alçalıyorum görmelisiniz.) …….. Bu sabah o gemide yaşananları seyrederken, Kerbela’da yaşananlar geldi aklıma. Yasin Suresi’nde geçen “onlara anlatsan da, anlatmasan da birdir, onlar inanmazlar.” ayeti ile birlikte düşündüğümde, bu insanlık dışı müdahalenin tüm zamanlara inen Kuran-ı Kerim’in ayetlerini bir kez daha (haşa) boşa çıkarmayan bir vesile olduğu kesin. Kerbela aklıma geldiğinde, Hz. Peygamberin ailesinin üstelik Hz. Peygamber için katlediliyor olmasından daha ağırı, bu olaya şahitlik edenlerin durumudur fikrimce. Zira, dua ederken hep böylesi ağır bir imtihanla sınanmanın korkusunu iletirim Rabbime. Bu öyle ağır bir imtihan ki, insanın sadece tarafını belirlemesi yetmiyor yaşananlara, belirlediği tarafı eksik bıraktıkları ile beslemesi de gerekiyor. Filistin hakkında konuşmaya başlayınca, bütün Müslüman âleminin nasıl da kolay taraf belirlediğini, tavrını ve tepkisini sahih ve refleks olarak nasıl kolayca ifade ettiğini görüyoruz. Ama kaçımız gördüklerimizin ötesine, tutunduklarımızın berisine düşmeyi göze alıyoruz diye düşünmekten kendimi alıkoyamıyorum. Şu basit zihnimde dolanan düşünceler, derinden duyduğum keder ile birleşince; bu çirkin duruma dair alacağımız tavır, ileride hepimizin sorgusunu zorlaştırır bir hale sokacak sanki bizi. Kerbela’ya tanıklık etmedim ama orada olsaydım nasıl davranırdım, neyi eksik yapardım korkusunu hala hissederim. Şimdi hepimizin tanıklık ettiği bir durum var. Bakınca herkesin tarafı belli ve fakat böylesi yüksek bir çoğunluğun sağlandığı bu yerde yapabileceklerimizin doğurduğu hareket neyi yerinden etmeye yetiyor ki! ? Zulme şahitlik ediyorum reisicumhurum. Gözlerim, şahitlik ettikçe yargılıyor bedenimi. Benim gücüm biraz yazmaktır, biraz şifa dağıtmaktır belki. İş bu mektup ile, Rabbime, hesap günü, az da olsa üzerime düşeni yaptım demek ister gibiyim. Her ne kadar yapsam da, yazsam da, tam tepemde işte acizliğim. Şahitlik mertebesinin tedirginliğini, bir de sizinle paylaşmayı istedim. Sürç-i lisan eylediysem, affola! Allah yar ve yardımcınız olsun.
Bu mektuptan sonra Bülent Arınç hemen bir açıklama yaparak sessizliği bozdu, Ahmet Davudoğlu olayı dehşetengiz bir şiddetle kınadı, başbakan Şili’den süratle yurda dönüş hazırlıkları yapmaya başladı. BM güvenlik konseyi toplandı, Davudoğlu onlara parmağını “efendi olun, alırım paçanızı aşağı” diye tehditkâr tehditkâr salladı, savaşa girdik gireceğiz yani! Gökyüzünde bir uçak sessizliği var. Mektubun etkisi dünyanın öbür ucuna ulaşmış, kaç dile çevrildiğini inanın ben bile bilmiyorum. En son şerefsiz Obama’nın bir danışmanı beni telefonla arayarak “şurada ne demek istiyorsunuz” diye bir soru sordu, Ah Muhsin Ünlü’nün “Ah o Gemide Ben De Olsaydım” adlı muazzam şiirini okudum ona, bir daha da aramadılar. O şiiri okuyunca ben de bir miktar dindim, rahatladım, içim dışıma çıktı. Tüm bu mektup meselesi için reisi cumhuruma teşekkür ederim, sözümüzün de varmış demek bir kıymeti.
Sonra Sadık Hoca’yı (Battal) aradım, sesi berbat geliyordu, “Hakan Abi’yi (Albayrak) , Ebubekir Abi’yi (Kurban, soyadı ile itibarı ile büyük tehlikede) sordum, “hemen atla gel! ” dedi ve telefonu yüzüme kapattı. Bu Haneke’nin filmi gibi bilinmeyen bir kod değil, Sadık Hoca’yı tanıyan herkes tarafından hemen anlaşılabilen bilinen bir koddu. Meali: Aksi bir durumun yeryüzünde gerçekleşmesini istemiyorum. Mealin Meali: Hala yaşamak istiyorsan, hemen gel! Hemen arabaya atlayıp, son sürat kuzenimle karşıya geçtim. Vardığımda Sadık Hoca dünyamızı terk etmiş ve Mavi Marmara gemisine atlamıştı bile. Ağzını bıçak açmıyordu ve onunla iletişime geçmek büyük risk almayı gerektiriyordu. Akşam oldu ve nihayet dostlarımızın sağ olduğu haberi geldi. Şehitlerimizin ve yaralılarımızın üzüntüsünden biraz sıyrılarak sevindik. (Allah affetsin!)
Ölüm tuhaf… Şehadet de olsa, en yakınına konduramıyorsun. Gerçi o gemiye binenler; şehit, gazi yahut sağlam, herkes kahraman. Zaten felsefi bir çöküş yaşıyorum, neden o gemide değilim diye, hayatıma dair kurduğum bütün planlar anlamlarını bir yerde boşaltmış. Düşünsenize, o gemiye bindiğiniz zaman hayatınızda yaptığınız her şey doğru oluveriyor. İster geminin bir köşesinde bulmaca çözün, ister Gazze Kafe’den bir çay söyleyin kendinize… Evet, bunu söylerken utanıyorum ama sevap sayacını gözümün önüne getirdim, o sayaç sanki bütün sevabı içine çekercesine müthiş bir hızla dönüyordu. Mavi Marmara gemisi Gazze’ye doğru ilerlerken, yeryüzünde aldırmamam gereken her şeyden sıyrıldım. Gemi ardında bıraktığı tufan ile yerle bir ediyordu dünyamızı. O göze güzel görünen, her şeyin yolunda olduğu yalanı sıyrıldıkça sıyrıldı tenimden. Tufan arzı inleten bir büyüklüğe kavuşuyor ve taş taş üstünde bırakmıyordu. Gemi’ye “Nuh’un Gemisi” adını yakıştırmam da tam bu vakte tekabül eder. Eylem dedikleri, demek böyle bir şey! Mavi Marmara gemisinin kurduğu cümleleri öğelerine ayırdınız mı hiç? Öznelerin, nesnelerin, yüklemlerin hepsi sanki cennetlik!
O gece, Ah Muhsin Ünlü aradı. Öfkeliydi, benim hissettiklerimin aynısını hissetmiş ve ne yapmamız gerektiğini soruyordu. Böyle diyordu ama bir şeyler yapmaya başlamıştı bile o. Bana şiirinin ilk dört mısrasını okudu. “Çok mu sert olmuş? ” diye sordu. “Vallaha serinledim, müzik gibi geldi kulağıma” diye yanıt verdim. Hakikaten muazzam bir şiirdi, ritmi-müzikalitesi ve taşıdığı duygu ile dünyada mühim bir boşluğun karşılığı idi. İşte o karşılığı olduğu, doldurduğu boşluk yüzünden doğdu o şiir. O şiirin verdiği şiddet ve rahatsızlık duygusunun, bizim içimizdeki ile asla yarışamayacağı hususunda hemfikir olarak telefonları dua ile kapattık.
Bir sonraki günün akşamı Gökdemir İhsan ve Samed Karagöz ile birlikte İHH’ya gittik. Bu süreç boyunca Sadık Hoca, Onur, Gökdemir ile durmaksızın irtibat halindeydik zaten. Hele Gökdemir ile siyam ikizleri gibi dolaşıyorduk. İHH’ya gitmemizin sebebi ise, elbette gemisiz kalmışlığımızdı. Mavi Marmara gemisi ile irtibatımız kopmuş, yolcuların İsrail zindanlarına atıldığı haberi geliyordu. Orada İHH başkan yardımcısı Yavuz Bey ile görüştük. Planımız şuydu, Akdeniz’i bir insan gölüne çevirmek! Bunun için de yüzlerce balıkçı teknesine atlayarak, Gazze’ye piknik yapmaya gitmek istediğimizi ilettik. Allah razı olsun, Yavuz Bey de, Rachel Corrie gemisinin 3 gün sonra Girit’e ulaşacağını ve kendisinin de o gemiye nasıl binebilirim hesabını yaptığını bize ilettiğinde, büsbütün çıldırdık. Zira, bizim gibi gemisiz binlerce mağdur vardı. Ama şahadet hevesi adamı öyle ele geçirmiş ki, dönüp arkasına bakmadan cennete gitmek istiyor. Neyse, bizi nasıl olduysa ciddiye aldılar, yarın akşam gelin görüşelim, bağlantıları yapalım, gidip esirlerimizi alalım dediler. Bizi ciddiye almalarının sebebi ise, “biz Hakan Albayrak’ın vekaleti ile geldik! ” dememizdi.
Burada da bir parantez açalım. Hakan Abi buradayken bizim keyfimiz yerindeydi. Herkes evinde oturmuş çayını içiyor, muhabbetini yapıyordu. Çünkü sağ olsun kendisi bizim için de dünyayı dolaşıyordu ve yeri geldiği zaman bizi göreve çağıracağından hiç şüphemiz yoktu. Ama mübarek, gemiye bütün ekibini doldurmuş. Organize olmaya çalışıyoruz, tanıdığımız bütün adamlar gemide! Bir Sadık Battal var, o da Hakan Abi’den dolayı iptal! Nihat Abi’yi (Nasır) aramazsam İHH ile bağlantı bile kuramayacaktık. O denli dezorganize, bir başına kalmış gibi hissettik yani. Bu yazdıklarımı, bizzat uçaktan indikleri sabah Hakan Abi’ye ilettik, inşallah bir dahakine birileri burada kalacak. Bir dahaki olursa kimin kalacağı da derin muamma. İlan falan vermek lazım.
Bu esnada televizyon kanallarında, gazete sütunlarında ak ile kara belli oluyor tabi. Milletler, yazarlar, sanatçılar, gazeteciler, o devasa turnusolün üzerinde nasıl renk veriyorlar, görmelisiniz! Ahlaklı avlayan, ahlaksız ayıklayan bir hale düştük. Kim bizim adamımız, kim adam gibi adam, kim bizden, kim değil, her şey ayyuka çıktı. Gerçi takkenin düşüşü sonrası ortalığı bu kadar kelin dolduracağını düşünmezdik ama maalesef öyle oldu. El insaf! Memlekette ne vicdansız adamlar varmış. Daha kardeşlerimiz için üzülmeden, konu bu işten kimin nemalanacağı meselesine geldi. Mazlumu bir kenara bırakıp, “biz Hamas’ın sözcülüğünü yapmayız! ” dediler. Hakkın rahmetine en güzel biçimde kavuşan şehitlerimizi boşverip, “Bu iş iktidarın oyunu! ” demeye varana değin komplo teorisyenleri kaynıyordu ortalık. “Ben savaşmak istemiyorum, altım kuru, keyfim yerinde! ” diye yazan-söyleyen bile oldu. Ayıp! Ayıp!
Meseleye dair en inanılası komplo, İskenderun’da patlayan PKK saldırısı idi. İnanılası, zira dünyadaki bütün puştlukların İsrail menşeili olduğuna otomatikman inanıyoruz. Allah o güzeller güzeli şahitlerimize de gani gani rahmet eylesin, yakınlarına kuvvet/sabır diliyoruz.
Bir sonraki gün diplomasi ve kapalı kapılar ardında yapılan pazarlıklar sonrası, devlet esirlerimizin serbest bırakılacağı müjdesini verdi. İçimize su serpildi. Hakan Abi’nin döneceği haberi, bizim tekrar muhabbetle çay içeceğimizin müjdesiydi. Dolayısıyla bizim Akdeniz’e dökeceğimiz yüzlerce balıkçı teknesi projemiz ertelenmiş oldu.
Akşam olunca Taksim Meydanı’na geldik. Kahramanlarımızın uçağını bekliyorduk. Öncelikle yaralılar Ankara’ya indi. Sonrasında sanki bilerek geciktirilen uçak, sabaha karşı yola koyuldu. Taksim Meydanı’ndaki kalabalık ile ilk gün ve sonraki günlerde İsrail Konsolosluğu önünde biriken kalabalık arasında hiçbir fark yoktu. Uçak gecikince kalabalık dağıldı. Bir miktar bekleyip, Gökdemir ve birkaç arkadaş havaalanına hareket ettik. Birkaç saatlik beklemeden sonra, İHH başkanı Bülent Yıldırım geldi ve muazzam bir konuşma yaptı. İnanılmaz bir konuşmaydı bence. Dünyanın kendisinden öğreneceği çok şey var. Dünyanın ve dahi kendi kalabalığının… Böylesi mukavemetle örülen bir ahlak anlayışı, böylesi bir paklık, güzellik… Kendi kalabalığının sloganlarını tashih ederken dahi, her tarafından merhamet taşıyordu. Allah razı olsun!
Biz konuk evinin önünde bekleyeduralım, meğer bizim dostlarımızı adli tıp kurumuna götürmüşler. Biz de atladık arabaya, gittik. Türk usulü, arabaya 8 kişi falan bindik. Kurumun önüne gelince, hekim kimliğimi gösterip polis bariyerini aştım ve inanmazsınız belki tam yarım saat koşar bir tempo ile gemi kalabalığı arasında dostlarımı aradım. Sadık Battal ile ilk bulduğumuz Ebubekir Kurban oldu. Kurban olduğum ağabeyim, oturmuş yemeğini yiyordu, yorgundu, mutluydu, sıkıca sarıldık. Sonra Bahadır İslam’ın nur yüzüyle aydınlandık, o mütevazı haliyle bizi yaktı eritti. Lakin Hakan Abi hala yok. Yahya’yı bulduk, Samet’le görüştük, kucaklaştık ama Hakan Abi hala yok. Anons falan yaptırdık, gelen kimse yok. Ebubekir Abi ile beraber, zalimlerin dağıttığı, içini boşalttığı, tam kendilerinden beklendiği gibi bıraktığı valizlerin arasında bomboş olan çantasını arayıp, bulduk. Dönerken Hakan Abi ile karşılaştık ve hasret sona erdi.
Hızla dışarı çıkıldı, çaylar içildi, sigaralar yakıldı, sıcacık muhabbetler edildi, buruklukla karışık bir sevinçle onlar anlattı, biz dinledik. Onları dinlerken herkesin diline pelesenk ettiği ve yiğit bir cengâver gibi savaşan Sinan Abi (Albayrak) ile de karşılaştık. Çiçeği burnunda eşi Başak Daşman ile ilk kez orada tanıştık. Meğer geminin demir almasından bir gün önce kıyılmış nikâhları. Sinan Abi, Mavi Marmara için “balayı” sözcüğünü kullandı, bilmem anlatabiliyor muyum! ?
Sadık Battal, Peygamber efendimizin şehre Hz. Ali’nin(yani en güvendiği kişinin) evinden girip, oradan çıktığını söylerken, elbette Hakan Albayrak ile dostluğunu işaret eder her defasında. Dolayısı ile, hep beraber Sadık Battal’ın evine, kahvaltıya geçildi. Sadık Hoca, kardeşi için günlerdir biriktirdiği gazeteleri getirdi. Hepimiz, dünyada artık geri dönüşsüz izler bırakan bu büyük devrimin nasıl yankılandığını heyecanla anlattık. Mavi Marmara’dan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Gözlerindeki parıltıyı görmenizi isterdim. Daha sonra Ebubekir Abi, gemiye ilk bindiği andan başlayıp uçaktan indiği ana kadar bize nakletti. Onları da geminin içindekilerden biri yazacaktır elbette. Hakan Abi, biraz dinlenmek üzere odasına çekildi. Dostlara kavuşmuş olduğumuzdan ötürü mesut, şehitlerimiz ve yaralılarımızdan ötürü buruk, cenaze namazına geçildi. Namaz öncesi Sadık Hoca, Hakan Abi’yi uyandırmamı istedi. Bu uyandırma işlemini anlatmakta, Türkçenin yahut başka bir lisanın bize böyle düz cümleler arasında yardımı olacağını pek zannetmiyorum, yazılacak ayrı bir şiirin konusudur.
Şehitlerimizi son yolculuğuna uğurlarken, onların berrak kanının Akdeniz’e döküldüğünü ve Mavi Marmara devriminin en büyük kahramanları olduğunu bir kez daha duyumsadık. Onlar için dökülen gözyaşları, devrim şarkılarıyla iç içe geçti.
Aynı gün namaz sonrası, Murat Menteş-Samed Karagöz-Gökdemir İhsan’ın önayak olduğu bir basın toplantısı düzenlendi. Baştan beri Gökdemir ile veryansın ettiğimiz mevzu, gemiye sadece İslami kesimin sahip çıktığı görüntüsüydü. Meseleyi “yeşil bayrak terörü”ne indirgeyenler için bir gökkuşağı kurmak fikri zaten hâsıl olmuştu. Yani her renkten bayrağın, tıpkı Mavi Marmara gemisinde olduğu gibi buluştuğu ortak bir ses! Bunun için çeşitli inançlardan/renklerden insanlar Murat Menteş’in yazdığı yumruk gibi bir metnin altına “suçluyoruz” diye imza attılar. Ondan önce Afili Filintalar sitesinde zuhur eden imza kampanyası, sonrasında müstakil bir hal aldı ve binlerce kişinin altına imza attığı çok dilli bir internet sitesine dönüştü.
Dünya hala Mavi Marmara’nın yarattığı depremle meşgul. İsrail, Gazze’deki ablukayı hafifletti bile. Mısır kapılarını açtı. Ama bu kadarının yetmeyeceğini hepimiz adımız gibi biliyoruz. Bütün milletler, yavaş yavaş tarafını belirlemeye başlıyor. Mavi Marmara, bu seçimi onlara dayattı. Biz, yani zaferle müjdelenmişler, şehitlerimizin kanını yerde koymayacak olan O en büyük Muntakim’in, bize binilecek yeni gemiler nasip etmesi için dualar ediyoruz. Mavi Marmara gemisinin bütün kahramanlarından Allah razı olsun. Bu tarihi bir yerlere not etmeli, dünyada yeni bir devir başlıyor. Bir milat! Ele geçirdikleri bütün silahları denize atan yüz binlerce geminin, Gazze’ye, yani insanlığın, vicdanın ve merhametin merkezine doğru yol aldıklarını görür gibiyim. Devrimimiz hayırlı olsun!
* İhtiyar Dergisi’nde yayımlanmıştır.
damarları bağlanan bir yürek kadar yalnız
çalkalanıp duruyorum kanla kendi kendime
yaşıyorum der isem çıkmaz bana inanan
ölmeyi arzu etsem ayıp olur ruhuma
bir gergedan koşuyor koşuyor ha koşuyor
havale geçiriyor sanki aşkın narından
bir gergedan koştukça bir gergedandır
ben yerimde durdukça değilimdir gergedan
istikbal sallantıda rüzgarda bayrak gibi
haczedilmiş hayaller dökülmüş bardak gibi
cellat kara baltadan yaşamaya ulanır
yirmilik bir diş için yer kalmamış ağızda
onsekizi dolduran bir ehliyet kazanır
memur sakal bırakmaz keyfi kıyak berberin
hani tıpkı şarkıda dediği gibi
ya üstündesindir mermerin / ya da hep altında kalacaksın
bu yüzden bunları bir gün anlayacaksın
neye bölündümse ya bir çıktım ya kendim
küsurat bahanedir asal sayılara inanacaksın
çünkü bir barikat yıkmaz kendi kendini
yıkmadığı gibi bir gergedanın koşması şu evreni
kansere ve saçlarının “Allah! ” diyerek uzamasına
yazık ki bir çare bulamıyor işte tıp
bulamıyor yavrucum bulamasın da
ölüme çare değil türkü dinlemek
hiç durma özgür birini göster
dünyanın bütün gardiyanları
her Allah’ın günü hapse girerler
dünya kendi etrafında dönen bir gergedandır
oturmuş boya içiyor milenyumluk adamlar
sen ömründe hiç boya içtin miydi bebeğim?
ben içmedim içersen bak seninle konuşmam
yani konuşamam diyorum ölür gidersin
intihar bağımlılık yapan kör bir kelebek
bir insan ne için boya içer bilir misin?
ellerini gergedan sürüsü ezip geçmiştir
kaptırmıştır fırçayı hayat külli renksizdir
renk katacak bir ölüm kalmıştır yani elde
bir ton seçer beğenir içer olur gergedan
bir gergedan olmayı hiç istemezdin inan
ölüm bizim için de beslenecek bir şeydir
ölüm ölmek değil ki!
yaşamak yaşamak mı ki? !
bu savaşa silahlar kuşanamam yavrucum
gergedanlar yorulmaz ben çok şükür yorgunum
kaçıyorum, yorgunum, bir gergedan değilim
önümüzdeki mevsim şevke tabiyim
yağıyor adresime kara mühürlü kalpler
sarıyor etrafımı elektrikli çitler
anarşi hiyerarşinin anasını da beller
şu bedelli ne zaman çıkacak abiler?
Bizler, iki köpek yavrusu ölmesin diye savaş meydanını, savaşı kaybetmek pahasına değiştiren bir merhamet peygamberinin ümmetiyiz. İnancımız, bağışlanacağımızı öngören ve Kuran’da en çok yinelenen o büyük merhamet iskelesi üzerine kuruludur. Resulullah’a savaş dendiği zaman ağladığını biliyoruz. Bütün ibadetlerimiz, yaratılmışların en şereflisi olduğumuz adına bir liyakat mücadelesidir. Biliyoruz ki, bir insanın kalbini kırdığımızda kıldığımız namazın anlamı boşalacak! Biliyoruz ki, bütün bu bize emanet edilen bilgi; merhamet, sevgi, vicdan ve adalet duygularımızı sağlamlaştırmak için verildi. Ancak bu sayede kulluk müessesemizi, Rabbimizin gözünde tamam edebileceğiz. Ancak bu şekilde sürüldüğümüz Cennet’e geri dönebilme imkânımız var. Yoksa bu kadar namazın, orucun, zekâtın bize bahşedileni karşılayabileceğini düşünen mi var?
Dünya tarihinin en üzücü olayı, Kerbela’dır! Çünkü Resulullah’ın manası bütünüyle Huseyn’in üzerinedir o sıra. Ve yezid bin muaviye, hani Kuran okuyan ve bunu Peygamber için yaptığını savlayan ve kendini Müslüman diye çağıran yezid var ya yezid… İşte onun köpekleri, bunu İslam ve Peygamber için yapıyoruz diyerek Huseyn’in kafasını gövdesinden ayırarak onun o mübarek başıyla top oynamışlardır. Siz Resulullah’ın anlamına bundan ağır bir saldırı ve hakaret gördünüz mü acaba? Ben görmedim.
Bu olay, benim içimdeki Resulullah ve Ehl-i Beyt aşkını arttıran bir hadise olmanın yanı sıra bir bazı şeyleri de düşünmeme sebep olmuştur. Mesela, ne İsrailoğulları ne de diğer kâfirler… Tarih boyunca Müslümanlara olmasa bile Müslümanlığa, yani İslam’a en fazla zarar verenin kendilerini sözümona Müslüman diye çağıran insanlar olduğunu biliyorum artık. Şu siyonist köpekler bile, İslam’a bu kadar zarar vermemiştir onlar kadar. Hatta siyonistlerin zalim-mazlum kontrastını giderek mütebariz bir hale getirmekle İslam’a faydası bile dokunmuştur. Ama şu yezidi tutum yok mu o, Allah onu kahretsin!
Hiç çekinmeden “sünni refleks” diye adlandıracağım bu maraz, Allah’ın inanmayı –şimdilik! – dilemediği insanları İslam’dan fevkalade soğutmaktadır. Niye sünni refleks diyorum, çünkü İslam için çoğunlukta olan tutum budur. Mesela sırf bu yüzden ülkemizdeki alevi topluluk kemalist ideolojiye bel bağlamıştır. Evet, evet alevilerin chp’ye oy vermesinin en büyük sebebidir sünni softalık. Tıpkı bir zamanlar Ortodoks kilisenin Hıristiyan softalığının zulmünden fatih’e sığındığı gibi, “Hak Muhammed Ali” diyen kardeşlerimiz de bu kavramları biz kadar sahiplenmeyen politik bir angajmana müdahildir artık! Cem eviyse, cem evi! Kiliseyse, kilise! Siz mi tanzim ediyorsunuz, Allah’la kulun arasındaki muvazeneyi! Tabi burada aleviliği, Allah’a giden bir yol olarak değil de etnik bir kökenin dayanışmacı din dışılığına saptıranları ayrı tutuyorum. Onlar da alevi softalardır tam olarak!
Mezhepler, tarikatlar, cemaatler ve İslam’a dair diğer bütün yollar, Allah ile kulun arasındaki metodolojiyi/yakınlığı tesis etmek amaçlıysa, ne ala! Ama gelin görün ki bunların tamamına yakını, günümüzde birer kutuplaşma aracı olarak, kendisinden olmayana “öteki” diyen gruplar haline dönüşmüşlerdir artık. Kendisine sünni diyen bir ana babanın evladı olarak, hiçbir zaman kendimi sünni diye çağırmadım. Çünkü artık sünniyim dediğim de bunun karşısında olan bir başka şey olduğunu biliyorum. Bu açıdan sünnilik, anlamını çoktan boşaltmış ve istemediğimiz başka bir anlama gelen sözcüğe dönüşmüştür artık. Soran olursa, Resulullah’a tabiyim demekle yetiniyorum. Ey Müslüman kardeşlerim, hepimiz Resulullah’a tabi değil miyiz Allah aşkına? !
Ortadoğu’daki muazzam uyanışı seyreden gayrimüslimler, diktatörlerin zulmünden emin oldukları ve halkı bütünen anladıkları halde olan biteni susarak takip ediyorlar. Niye mi? Çünkü devrimi yapanların kendilerini Müslüman diye çağıran adamlar olduğunu düşünerek, şeriat gelmesinden korkuyorlar. Evvela bu ikircikli tutum alabildiğine şahsiyetsizce! Şeriat gelmesin diye bu adamların zulüm görmesine göz yummaktan bahsediyorum, bu insanın kendi varlığını tahkir etmesinden gayrı bir şey değildir. Şeriat gelirse ve o da bir çeşit zulme dönüşürse, ona da ayaklanırız diye yanıt veriyorum onlara. Ama ürkünç bir şekilde fark ettiğim şudur ki, bizler, İslam’ın huzur getirdiğine, huzuru tesis edeceğine, onlara her daim bir yaşama alanı bırakacağına, bütün ayetler gibi “dinde zorlama yoktur” ayetine de riayet eden Müslümanlar olduğumuza belli ki inandıramamışız onları. Resulullah’ın İslamiyet vücuda geldikten sonra müşriklere olan tavrını örnek alamadığımız için olmasın sakın bu? !
Her namaz kılan kendini bu dinin sahibi ilan etmesin! İslam’ın, Allah’ın ve Resulullah’ın ismini yüceltmek, taşımak istiyorsanız, evvela insanlık vazifenizi yapın! Önce bir ötekiyle nasıl yaşanır onu öğrenin! Nisa Suresi’nde “Unutmayın, bir zamanlar siz de onlar gibiydiniz.” diyerek onlara selam vermemizi emretmiyor mu Allah! ? Görünüşte İslam’a biat etmeyip de Cennet’e gidecek olanlardan bahsetmiyor mu? Yahu biz aynı kitabı okumuyor muyuz sizinle! ?
Ey bunu İslam için yapıyorum diyerek onu bir puta dönüştüren bütün sivil toplum kuruluşları, cemaatler, tarikatlar, siyasi partiler, çekiniyorum sizden! İddianız büyük ama pratiğiniz her daim sınıfta kalıyor. Siz Müslüman olmayanları ötekileştirdiğiniz gibi baktığınız müddetçe, Allah’a ant olsun ki yaptığınızı İslam için yapmıyorsunuz! Siz iki adımlık yolu bile Hak yolunda onlarla birlikte yürüyemeyecekseniz, sizin yürüdüğünüz Hak yolu da değildir üstelik! Putlarınızı alın ve gidin! Önce toplum içerisinde “Nas” manasında insan olmayı öğrenin. Önce bir kalp kırmamayı, birlikte yaşamanın inceliklerini, inanmıyor olsa da bir insanın ruhuna Allah’ın üflediğini bilin. Sonra sizin güzelliğinize bakan, Allah dilerse, zaten Müslüman olur! Ama size bakan, sizin şiddetinizden ve reflekslerinizden ürküyor. Birini Allah’a inandırma yetkisi, Resulullah’a bile verilmedi, ki o âlemlerin efendisiydi! Abese Suresi’nde açık edildiği gibi O’nun görevi apaçık tebliğden ibarettir. Açın okuyun ki Allah, ilk on ayetini Cebrail aracılığıyla o an indirdiği bu surede Resullulah’a celallenmektedir! Allah yalnızca dilediğine inandırır! O dilemezse, siz dileyemezsiniz bile!
bana bir papatya tarlası ör sicilinden düşelim
şükreden bir kahırla göğü deklare ediyorum
yağan yağmur ve şiddet yek başına bir sözdür
yırtılan bir arterden yüzüne fışkırıyorum
şamansız bir asa saplanıyor böğrüme
dış duvarlarını her sesimle boyuyorum
şu göğün altından geçip gitmen bir sözdür
bana cezai şerh düş çehren çok okunaksız
yankım yay geriyor ağlıyorum ki oktur
gözlerinle yeryüzünün pek alakası yoktur
ölmek istemem tuhaf belki yaşanmıyorsun
sen öldürmek istesen dönmek isteyen çoktur
bir yanımla bulaştığın üzere buradayım
kırık baldırlarımdan sana ne söylesem boş
merdiven kullananlar ipi çoktan unutmuş
asansör ölmek için çok yaşlıyım sevgilim
süratli bir şekilde ölmek isterim amma
intiharım senin cinayetine süstür
bu yerin taczini görmüş biri olarak
sevmem kaçınılmazsa zevk almaya bak
aczini saymaz isek ellerin çok derin
ellerin çok derin bir muammayla yarışır
eve şeytan getirme karanlığı soyun gir
Allah çok büyüktür sen de fena değilsin
suçlarını saç göster seyirci aksiyon ister
kan dök damarların şaibeden sıyrılsın
ölmeden kimseyi kendine sevemezsin
bana bir papatya tarlası öl
yağmur çabuk deşiyor kaşımın setlerini
güneş gözden sopalarla kovalıyor şaşıları
onlara anten olsun bir anne bir mavera
yuhalanmış çamurun içinden bana doğrul
bir ayet beğen orda her daim buluşalım
sevgilim bana bir papatya tarlası ol
ki felek mayınlar sağsın patlatalım
üstümde bordo kazak sanki alı eksilmiş bir mor
ben tuttum o alı bıraktım gözlerine
bıraktım ama gözlerini kocaman açmalısın
uzaysız bakma böyle çekimsiz bırakma beni
sen olmasan ben ayda buradan ağırımdır
teslim olmak ya da olmamak, bütün mesele bu!
çün inanmak griye sundurmaz gövdesini
şehirli bir şüpheyle elinde müşahhasım
zarın tavlası kırık öyleyse zar da kırık
öyleyse bakışın bir avuç su değildir
susuzlara su dağıtan el senin neyindir?
konuş yoksa kulaklarım hemen buharlaşacak!
şimdi dillerimden yürüyen elektrik ve buhar
çabuk can vermemi diliyor ki dilesin
başka gezegenler var üstelik hiç bidat yok
çayın olduğu yerde hayat vardır sevgilim
durmadan köprüleri bombalıyorlar
zincire vurulmuş bir zenci bir zencefil
kabulüm var uçmak olağanüstü bir karar
ve insanda yakışık almıyor hiç istikrar
adın bir katliama karışsın ama katledilmiş ol
cenazene omzumu alıp gelirim
sana yardımım dokunur bildiğim sureler var
ağrıyan o boynunu tabletlerle yaşadın
sevgilim bil ecza
ağrıyan yerlerinden seni bana sürmüştür
bu yüzden boynuna hiç inanmadım
ağrın bana bir kardeş kadar tanıdıktır
ağrıyan yerlerimi deklare ediyorum
çamura saplanan çığlığım çığ çığ…
bana bir papatya tarlası ör ipi Allah’tan olsun
hazin bir makamdır şimdi aramızdaki kulluk
uyan bu çölü yoksa
birazdan bir posta arabası soyacak
hiç istemediğim bir şey alnında bir delik açmak
sevgilim şart değil bir silahın
ateş aldığını ispat etmek için tetiğe basmak
işte avuçlarımı seyret
ve kabzanın üzerine yonttuğum niyet
sana bir şeyler çağrıştırıyor olması lazım
sevgilim uyan bu çöle yoksa
gözyaşından vahalar dikeceğim ki murattır
ayrılık
kalbime dokunduğun an gerilen bir susta
ve kavuşmak çok kanlı bir seraptır!
İlke’ye, Funda’ya, Onur’a…
yalanım yok dünyada en çok sana hiddetlendim
çünkü sevdim
çok sevdim buna inandırdım imamı
Allah ve şahitler huzurunda sevgilim
belediye ikimizi topluma inandırdı
çoğu zaman bir öpücük kâfi mutabakattır
öyleyse attığımız imzaya ne gerek vardı
aşkımız hukuki bir gerekçeyle vurulmuştur
o imza devleti üstümüze bulaştırdı
ben seninle müşterek bir dert içindeyim
bizi yakan ateşe odun toplar gibiyiz
ben sana emir üzre esasen rezerveyim
seni türkçe düşünerek seviyorum sevgilim
anlıyorum ve derdimi anlatacak miktarda
seseni kekeleyebibiliyorumm
öyle çok kuş vurduk ki öyle çok havada
vurulacak kuşu dalından tanıyoruz
bak bu senden yaptığım uçurtmayla sevgilim
göğe kurşun sıkmayı artık yasaklıyorum
iç içe iki bozkır susuzluktan kudurmuş
bir seyyar pilavcı, bir zabıta ve köpek
çok şiddetli şeyler oluyor aramızda
seni bazen parçalara ayırmak istiyorum
sevgilim seninle pilav yemek istiyorum
kuş yerine bir zabıta vurabiliriz
bu tüm pilavcıları çok sevindirir
zabıta düşer yere köpek koşup getirir
çünkü bir zabıtayı öldürmek
seninle pilav yemek için hukuki bir gerekçedir!
yalanım yok dünyada en çok sana hiddetlendim
çünkü sevdim
çok sevdim buna inandırdım imamı
imamı inandırdım seni de inandırırım
bana empati yapma al götür bütün mal senin
beni anlaman ilişkiyi rasyonelleştirir
bir anlamı ortasından bölmek sevgilim
eve geç döneceğinin aleni bir resmidir
kör olsam ne yazar, parmak uçlarımla
sana dokunmam seni alfabeleştirir
bize bir muallâk bul gizem beslemeliyiz
kafesin kilidini bu gece indir
bırak kaçsın rahatımız hayvan gibidir
çok yıprandık daha da yıpranacağız
çünkü süratli bu mesafesizlik
fecaatle yorucu bir mesaidir
yorulmamız bu açıdan bizi meşrulaştırır
bu elimizdeki sermayedir üstelik
konformizm insanı gayrimeşrulaştırır
bu beni yanlış yerde aradığını gösterir
bana kuduz bir toplum çok yerimden yeltenmiştir
çocuk yaşta vazgeçtim insana aşılanmaktan
ben seni ısırırsam bil ki af dileyeceğim
sen benim dişlerime çok aldırma ne olur
ben onları bu yaşlara gelmek için sivrilttim
anlaşamıyoruz gibi duruyor ya o ceket
tam o sıra geçiyorum bütün üşümelerimden
tam o sıra bilesin bütün gücümle
titreyerek geçmiyorum, geçmiyorumdur senden
ben çok ceket yaktım ısınmak için
manyağın tekiyim manyağın tekisin manyağın teki!
manyak mıyız neyiz bildiğin mücevher elimizdeki! ?
haritasız bir definecinin gömüyü bulmasından daha zorlu bir iştir
iki insanın birbirini diğer bütün haritalardan silebilmesi
şimdi unuttuğumuz bir rüyadan uyandık
şimdi düşman belliyoruz bu yüzden uykuları
şimdi bütün görüntüler acayip karıncalı
şimdi karım olarak sonsuza dek kalmalısın
beni zor bellemen senin kolay olmandan değildir
aslında ben çekilecek bir adam da değilimdir
yol üstünde aksamak güzergâhın şerrinden değildir
soyunmuş bir kral artık kral değildir
rüyayla düpedüz dalaşıyor gerçeklik
biz dünyayı rüyamızla donatalım sevgilim
gerçek dediğin devlet kadar puşt bir yalancıdır
seni benden ayıran her şey yalancıdır
görünen görenin körlüğüyle müttefik
kral çıplak değil,
kral pornografik!
“Gemiler Gazze limanına ulaşsa da ulaşmasa da kazandık.”
İsmail Heniye (Filistin’in meşru başbakanı)
“Hepimiz diğer çocukları merak eden çocuklarız”
Rachel Corrie
“Cenâb-ı Hakk’ın bizi büyük bir devrimde enstrüman olarak kullandığını iliklerime kadar hissediyorum.”
Hakan Albayrak
“Es-sohbet-ü bilâ çay / Kes semai bilâ ay”
Anonim
yirmisekizmayısikibinonsaatonikiotuzantalya
denizleri ve gemileri yaradana hamd olsun
ve tavşan kanı çay için ne kadar sevinsem az
şu demire “vira! ” diyen ağızlar ne güzeldir
ne güzeldir başlamakla bitebilen yolculuk
işte sanki Nuh, toparlanıp geçiyor
karşı kıyısına koşulsuz merhametin
bir tarafta asasız vicdan
Musasız asa
çaysız bırakılmışlık
öbür yanda kalkan gemilerin ardından
gemisiz kaldığına pişman kalabalık
tam ortada Gazze’ye gün be gün yürüdükçe
cennet kapısını zorlayan
bir ibadet ayini
çay içerek ibadet etmek ne güzeldir
sevgilim hayat zor ama sen çok güzelsin
hayatın zorluğuna inat senin güzel oluşun
kargışlı misillemesin, bir nevi sabotajsın ümitsizliğe
yırtar konişmentoları senin hudutsuz sevişin
seni çay içerken izlemek
seni çay doldururken
seni demlerken çayı
kimseler inanmasa da düpedüz sevap
o usulcacık düşen Müslüman bedenlerin
kapanmayan hesabı ödemesi gibisin
bana da rahmet! bana da şehitlik!
bana da böyle bir ödeme planı nasip eyle ya Rabbi,
böyle ivedi aşka, böyle kuşkusuz ve nakit!
işte bir ibadetten ötekine geçilircesine
bir rahiple bir imam omuz omuza
çay içmeyi bırakıp namaza durduklarında
dünyanın en kaygan ipindeki adamlar
cayır cayır tutuşan bir aşka salınırken
esas iple inseler dayağı yerler miydi! ?
avuçlarım ellerimin içine çöküyor
bir atın üstünde son sürat sövüyorum
şu çaya inanmayan Yezid sürüsü
şu itlere sövdükçe güzelleşirim
diye inanmak geçiyor omuzlarımdan
kendi şerefine hainsin sen
gitmen gereken yeri seni o gemide boğmamamdan bil
ama seni adil bir kavgada
paramparça ederdi Hamza
Musa sen gibiler yüzünden vurdu kendini dağlara
senin eğriliğindi onu Allah’la konuşturan
İsa kardeşi Yakup ile
senin yüzünden döktü gözyaşlarını
Ali, o güzel Resulü için
Zülfikar’ı çıkartır ve savaş biterdi
tarih boyu cehaletin dönüştürdü öfkeyi
sana doğru büyüyen bitmez bir düşmanlığa
paranoyaksın
korkuyorsun
kendini seçilmiş sanıyorsun seçilmişler arasında
zalimsin ey İsrail, zulmün kendi yaradılmışlığına!
nükleer bir tehdit sayıyorsun kendini amma
Hızır’a ve meleklere gücün yetmez ki
senin semaverin yok, demliğin yok, demin yok
senin ateşin yok bir bardak çayı kaynatmaya
ve muhabbet ehline selam olsun
unutma, unutturma, utan, usandırma
korun sen de kendinden hıncahınç kalabalık
yarıl sen de ortandan körlüğe büyüyen uyku
bizim şarkımız bu söylendikçe uzayan
ve bitmeyen bir gökkuşağı olmalı
bizim gemimiz bu biz içindeyiz
hepimizin çay içtiği taraftan bakılırsa
hepimiz o geminin içinde değil miyiz!
üçhaziranikibinonsaatikikırkbeşistanbul
uçakları uçurup indirene hamd olsun
çay içmek çok güzel bir duygudur kardeşim
gemimiz dünyanın bütün limanlarına yanaştı
şehitlerimizin berrak kanı Akdeniz’e karıştı
şarkımız Gazzeli çocukların kulaklarına ulaştı
tarih tasavvuru parçalandı siyonistin
dünya bir gemi, dünya Mavi Marmara
İsrail vicdanın ablukasında
ve bundan böyle ona çay falan yok!
*Mavi Marmara gemisindeki barış gönüllülerini çaysız bırakmayan, 24 saat açık kafe.
sevgili ağzım, benimle konuşacakların olmalı.
hep ben seninle konuşacak değilim ya…
aç karnına sigara yakan bir adam güne derdiyle yüzleşerek giriyordur, ondan kaçarak değil! bu yüzden bu balkona el değmemiş bir duyguyu böyle karpuz tartar gibi murdar eden insanları bırakarak çıkıyorum.
insan önce annesini sever.
ve bir insan olarak yalnız annesine güvenirse, ilk celsede haklı çıkar.
ve bir Allah olarak yalnız Allah’a güvenirse, her celsede haklı çıkar!
aceleye getirilmiş bir cinayetim!
kahpeliğiniz karşısında hüngür hüngür ağladığım çok belli!
merhametimi bana karşı kullanıyorsunuz, hâlbuki
ben onu kendiniz… için kullanın diye size göstermiştim.
ağladığımı gizleyemiyorum… diye öldüresiye dövüyorum sizi.
siz de tutup beni hemen öldürüyorsunuz -aşk olsun! –
ben sanki öldürmeyi bilmiyor muyum sizi! ?
siz konuşun ama galip gelmek için arada susun!
siz mutlu mesut yaşayın, benim Allah belamı…
benim Allah belamı yalnız benim için verecek, size ne yahu?
susarak galip gelenlerin neyi sustuğunu biliyor musunuz? !
sahibinden kiralık bu dünya… baktım ki orada
evi olan insanlar kendini kurtulmuş belliyorlar,
yuh!
çıktım dışarı… sokaklar sabahı koşturuyor…
mezarlıklar yine dünyanın en güzel türküsünü tutturmuş…
benim yeryüzünden silinecek sesleri daha duyar duymaz tokatlamışlığım vardır! her gün yeni bir yokuşu bazı şeyleri tokatlayan avuçlarla seviyorum; onlar tokatlanmaktan, tuhaftır, hoşlanıyorlar! gideceğimi sanıyorlar da ondan…
çıktım, sabah kendine bir çirkinlik beğenmiş, bana tükür yüzüme diyor!
ben sabahın yüzüne tükürecek bir adam değilim!
beni her Allah’ın günü uyandıran sabaha sonsuz müteşekkirim!
ey sabahı taklit eden çirkinlik,
beni sabahla yalnız bırak!
beni yalnız bırak!
şimdi içtiğim bu sigaranın küllerini rüzgâra boşaltabilirim!
sabahı kuşatmanız bizim geceden kalmışlığımızla alakalı
kuşatılmış bir sabah da yaşanır yine yeni bir sabah gibi
biz çünkü kaçırdığımız güzellikleri
kaza edebiliyoruz,
öyle değil mi! ?