onu her nasılsa yazışma ya da şiir veya dergiler yoluyla tanıdım
ve bana tecavüz ve şehvet konulu çok seksi şiirler yollamaya başladı,
ve işin içine biraz da entellektüellik karışınca
biraz kafam karıştı ve arabama atlayıp Kuzey’e sürdüm;
uykusuz, akşamdan kalma, yeni boşanmış,
işsiz, yaşlanmış, yorgun, beş on yıldır
çoğunlukla uyumak ister bir halde, sonunda moteli buldum
küçük güneşli bir kasabada toprak bir yol üzerinde
ve orda oturup bir sigara tüttürdüm
düşündüm, gerçekten delirmiş olmalısın diye,
ve bir saat geç çıktım
kadınla buluşmaya, epey yaşlıydı,
nedense benim kadar, pek seksi değildi
ve bana çok set, ham bir elma verdi
kalan dişlerimle çiğnediğim;
adı konulmamış bir hastalıktan ölüyormuş
astım gibi bir şeyden, ve
sana bir sır vermek istiyorum dedi, ben de
biliyorum; bakiresin,35 yaşındasın, dedim.
ve bir defter çıkardı, on-oniki şiir:
bir ömürlük çalışma ve okumak zorunda kaldım
ve anlayışlı olmaya çalıştım
ama çok berbattılar.
sonra onu bir yere götürdüm, boks maçlarına
ve ellerini kenetleyip
dumanın içinde öksürdü
ve etrafına bakınıp durdu
bütün insanlara
ve sonra da boksörlere.
sen hiç heyecanlanmazsın, değil mi? , dedi
ama o gece tepelerde epeyce heyecanlandım,
ve onunla iki-üç kere daha buluştum
şiirlerinin bazılarında yardımcı oldum
ve dilini boğazımın yarısına kadar soktu
ama ondan ayrıldığımda
hala bakireydi
ve berbat bir şair.
düşünüyorum da bir kadın açmamışsa bacaklarını
35 yıl
iş işten geçmiştir
aşk için de
şiir için de.
Kendimi görebiliyorum şimdiden
bütün o intihar günlerinden gecelerinden sonra
canı sıkkın, tapon bir hemşirenin elinde
(o da ancak şansım yaver gider, ancak ünlenebilirsem)
o kupkuru huzur evlerinin birinden taşınırken…
tekerlekli iskemlemde dik dik oturur…
gözlerim kafatasımın karanlığına kaymış, neredeyse kör,
azrailin göstereceği merhameti beklerken…
‘Ne güzel gün değil mi Bay Bukowski? ‘
‘Yaa, evet öyle…’
çocuklar geçer gider, ben yokum bile
tatlı kadınlar geçer gider
kocaman kızgın belleriyle
sımsıcak kalçalarıyla taş gibi kızgın heryerleriyle
sevilmek için yalvara yakara
geçer gider kadınlar, ben—
yokumdur bense.
‘Bu üç gündür çıkan ilk güneş Bay Bukowski’
‘Yaa, evet, öyle’
İşte oturuyorumdur tekerlekli iskemlemde
bu kâğıttan daha beyaz,
kanı çekilmiş,
beyni gitmiş, kumarı kesik, ben, Bukowski
bitmiş, gitmiş…
‘Ne güzel gün değil mi Bay Bukowski? ‘
‘Yaa, evet, öyle…’ derim, pijamalarıma işerken
salyalar akar ağzımdan.
İki öğrenci koşarak geçer gider.
‘Hey, gördün mü şu moruğu? ‘
‘Yaa evet, midemi kaldırdı valla! ‘
bütün o intihar tehditlerinden sonra
başka biri intihar etti
sonunda yerime…
hemşire tekerlekli iskemleyi durdurup bir gül koparır
verir elime.
anlamam
ne olduğunu bile. Bilmemnem olsa farketmez
neye yarayıp neye yaramadığına bakınca.
günesin yüzü denli muhtesemdir bogalar
ve bayat kalabaliklar için öldürseler de onlari,
bogadir atesi yakan,
her ne kadar korkak bogalar da varsa da
korkak matadorlar ve korkak erkekler gibi,
genel olarak boga saftir
ve saf ölür
sembollerden, hiziplerden ya da sahte asklardan uzak,
ve onu sürükleyip götürdüklerinde
ölen bir sey olmaz,
bir sey geçmistir
ve neticede kokusmus olan,
dünyanin kendisidir.
ve güneş merhamet buyuruyor
ama fazla yükseğe taşınmış bir meşale misali,
boydan boya kırbaçlar görüntüsünü jetler
kurbağa gibi zıplar füzeler,
çocuklar haritalarını çıkarır
iğnedenliğe çevirir ayı,
eski çürük peynir,
orda hayat yok
ama dünyada fazlasıyla;
yıkanmamış Hintli çocuklarımız
bacak bacak üstüne atıp flüt çalarak,
göbekleri içe çökmüş, açlıktan ölürken,
açlık kokan havada yılanların
şuh kadınlar misali kıvırtışını izleyerek;
füzeler zıplar,
avcıları ve sürüyü geride bırakırken
yabani tavşanlar gibi zıplar
günü geçmiş kurşunların yerine;
Çinliler hala yeşim işlerler,
sessizce açlıklarına pirinç tıkarak,
bir açlık ki bin yaşında,
ateş ve türküyle ilerler çamurlu nehirleri,
istemsiz beklemenin sürüklenen
direkleri iter mavnaları
yüzen evleri;
Türkiye’de kilimlerinin üstünde
kıbleye dönüp
sigara içerek gülen
ve parmaklarını gözlerine sokup kör eden
mor bir tanrıya dua okurlar,
tanrılar böyle işte, yaparlar;
ama füzeler hazırlar: her nedense
değersizdir artık barış,
küçük bir göldeki nilüfer yaprağı
misali sürüklenir delilik, hissiz daireler çizerek;
kırmızı yeşil ve sarılarına batırıp
resim yapar ressamlar,
şairler uyaklara döker yalnızlıklarını,
müzisyenler her zamanki gibi açtır
ve romancılar kaçırır meselenin özünü,
ama pelikan kaçırmaz, martı kaçırmaz;
pelikanlar dalıp dalıp yükselir
şok geçiren yarı ölü radyoaktif balıkları
gagalarında sallayarak;
evet, gerçekten de
sümükle yıkar kayaları sular;
ve Wall Street’te
anahtarını arayan bir sarhoş gibi sendeler borsa;
ah, işte bu sıkı bir şey olacak, allahın izniyle
tekrar yılana götürecek bizi, deniz böceğine,
ya da şanslıysak eğer,
katalizi uzun dişli fosil kaplana götürecek,
maden çukurunun içinde
kırık kask, cihaz ve cam parçalarının üzerinde
resim çiziktiren kanatlı maymuna götürecek;
çatırdayarak girer şimşek
pencereden içeri ve bir milyon odada
aşıklar yatar kenetlenmiş, yitik
ve barış gibi hastalıklı;
kırmızı ve turunca çalmaya devam eder gökyüzü
ressamlar için -ve aşıklar için,
her daim açtıkları gibi açar çiçekler
açar ama üzerlerinde
füze yakıtlarının ve mantarların,
zehirli mantarların ince tozu var; zaman kötü,
bulantılı bir zaman -perde,
III.sahne, sadece ayakta yer var,
SATILDI, SATILDI, SATILDI yine,
tanrı tarafından, birileri ya da birşeyler,
füzeler generaller ve liderler tarafından,
şairler doktorlar komedyenler
sabun ve bisküi üreticileri
ve iki yüzlü seyyar satıcılar tarafından
kendilerine özgü ustalıklarıyla satıldı;
şimdi kömür yağı tabakasıyla kirletilmiş
tarlaları görebiliyorum, bir-iki salyangoz,
safra, yanardağ taşı, sığ sularda
bir-üç balık, kaynağımızın
ve gözlerimizin yergisi…
daha önce hiç olmuş muydu bu?
kendini kuyruğundan yakalayan
bir daire mi tarih,
bir rüya, bir kabus mu,
bir generalin hayali, bir başkanın,
bir diktatörün hayali mi yoksa…
uyanamaz mıyız?
yoksa yaşamın güçleri daha mı yüce bizden?
uyanamaz mıyız? sevgili dostlar,
uykumuzda mı ölmeliyiz sonsuza dek?
ana
işte
yerdeyim
ağzım açık
ve ana bile diyemiyorum
ve
köpekler geçiyor yanımdan ve durup
taşıma işiyorlar; güneş dışında
her şeyim var
ve takım elbisem
berbat görünüyor
ve dün
sol kolumdan geriye
kalanlar gitmişti
çok azı kalmıştı, her şey müziksiz
bir harp gibiydi.
sigarasıyla yatağa uzanmış
bir sarhoş en azında
5 itfaiye arabasıyla
33 adama
iş çıkarabilir.
hiç
bir
şey
yapamıyorum.
ancak not.- yan mezarda Hector Richmond
sadece Mozart’ı ve tırtıl şekerlemeleri
düşünüyor.
muhabbeti hiç çekilmiyor.
At yarışlarından dönerken
yeşiller içinde bir kadın gördüm
her tarafı göt ve meme–karşıdan karşıya
geçen baygın bir ruh
sarhoş ve yeşil bir antilop kadar seksi
kaldırıma gelince ayağı takıldı ve
yere düştü
öylece pisliğin içinde oturdu durdu
arabamda oturup onu
seyrediyordum
sanki hiç birşey olmamış gibi
öylece kayıtsız hissettim kendimi
bu yeşil yaratığa bakıyordum
aniden 20 metrelik bir kamyon geldi
ve tam kadının önünde durdu
adam inip bayanı ayağa kaldırdı.
beyaz çalışma giysileri içindeki
bu genç adamın yüzü kızardı
kızın vücudu nefisti, gerçekten de öyle
ama düşecek kadar da aptaldı,
yaşamı da öyledir garanti
birer kule misali yüksek topuklar üzerinde
yalpalanmaktadır
durup bembeyaz dizlerini ovaladı
aptal, korkak sarışın ve yalnız genç adam
kadınla konuşmayı sürdürdü
ama kadın birden
en yakın barın nerede olduğunu sordu
adam sırıtarak caddenin sonunu gösterdi
artık pes etmişti
kamyonuna bindi
20 metrelikmobilya, battaniye
ve soba dolusu
caddede yoluna devam etti
yeşil antilop bara girmek üzere
karşıya geçti
sallanarak ve titreyerek
titreyerek ve sallanarak
öyle birşey işte
gözlerimiz ona takılmış
izliyorduk
arkamda arabalar birikmişti
iri yarı biri korna çaldı
vitese taktım
marketin önünde
arabayı ikiye katlayacak
büyüklükteki çukurun önünde
biraz yavaşladım
diğerleri de beni takip etti
çukurun önünde yavaşladılar:
18 arabanın içindeki erkekler
aynı şeyi
kaçıp giden adamı düşünmekteydiler
‘ne olurdu acaba’ —
güneş batmak üzereydi
trafik ağır ilerliyordu
yaşam ne kadar da dayanılmazdı.
onu her nasılsa yazışma ya da şiir veya dergiler yoluyla tanıdım
ve bana tecavüz ve şehvet konulu çok seksi şiirler yollamaya başladı,
ve işin içine biraz da entellektüellik karışınca
biraz kafam karıştı ve arabama atlayıp Kuzey’e sürdüm;
uykusuz, akşamdan kalma, yeni boşanmış,
işsiz, yaşlanmış, yorgun, beş on yıldır
çoğunlukla uyumak ister bir halde, sonunda moteli buldum
küçük güneşli bir kasabada toprak bir yol üzerinde
ve orda oturup bir sigara tüttürdüm
düşündüm, gerçekten delirmiş olmalısın diye,
ve bir saat geç çıktım
kadınla buluşmaya, epey yaşlıydı,
nedense benim kadar, pek seksi değildi
ve bana çok set, ham bir elma verdi
kalan dişlerimle çiğnediğim;
adı konulmamış bir hastalıktan ölüyormuş
astım gibi bir şeyden, ve
sana bir sır vermek istiyorum dedi, ben de
biliyorum; bakiresin,35 yaşındasın, dedim.
ve bir defter çıkardı, on-oniki şiir:
bir ömürlük çalışma ve okumak zorunda kaldım
ve anlayışlı olmaya çalıştım
ama çok berbattılar.
sonra onu bir yere götürdüm, boks maçlarına
ve ellerini kenetleyip
dumanın içinde öksürdü
ve etrafına bakınıp durdu
bütün insanlara
ve sonra da boksörlere.
sen hiç heyecanlanmazsın, değil mi? , dedi
ama o gece tepelerde epeyce heyecanlandım,
ve onunla iki-üç kere daha buluştum
şiirlerinin bazılarında yardımcı oldum
ve dilini boğazımın yarısına kadar soktu
ama ondan ayrıldığımda
hala bakireydi
ve berbat bir şair.
düşünüyorum da bir kadın açmamışsa bacaklarını
35 yıl
iş işten geçmiştir
aşk için de
şiir için de.
kuraklığa uyandım ve eğreltiotları ölüydü,
saksı çiçekleri mısır gibi sararmış;
kadınım gitmişti
ve boş şişeler kanı çekilmiş cesetler gibi
sardı beni işe yaramazlıklarıyla;
güneş hala iyiydi ama,
ve ev sahibemin notu bükülmüş
hoş ve talepsiz saramışlığında; şimdi gereken
iyi bir komedyendi, eski tarz bir şakacı
absürd acı üzerine şaka yapacak; acı absürddür
çünkü vardır, hepsi bu;
dikkatle traş ettim eski bir jiletle
bir zamanlar genç olan ve
dehası olduğu söylenen adamı; ancak
yaprakların trajedisi bu işte,
ölü otlar, ölü bitkiler;
ve karanlıklar bir hole yürüdüm
ev sahibemin dikildiği
tüm nefretiyle dediğim dedik,
sallayıp şişman, terli kollarını
canın cehenneme diye yırtınıp
yırtınıp kira kira diye
çünkü yamuk yapmıştı dünya
ikimize de.
sera etkisi deyin ne derseniz deyin
eskisi gibi yağmıyor işte yağmur.
özellikle büyük kriz zamanındaki
yağmurlar geliyor aklıma.
kuruş para yoktu ama bolbol
yağmur vardı.
öyle bir gece veya bir gün
değil,
7 gün ve 7 gece
YAĞARDI
ve Los Angeles’in yağmur ızgaraları
bu kadar çok yağmuru emebilecek
şekilde yapılmamıştı
ve yağmur KALIN
ve KARARLI
ve DÜZENLİ yağardı
ve damlaların çatılara çarpışını
oradan da oluk oluk
toprağa akışını DUYARDINIZ
ve DOLU,
büyük BUZDAN KAYALAR
patlayan
oraya buraya saçılan havada uçuşan;
ve yağmur
kısaca
DURMAZDI
ve bütün çatılar akardı –
evin her tarafına
tencereler,
kapkacaklar serilir
TIP TIP sesleri bütün eve yayılırdı;
ve kaplar boşaltılır,
boşaltılır
ve tekrar boşaltılırdı.
kaldırımların üstünden geçerdi yağmur,
bahçelerin içinden; ve merdivenleri tırmanıp
evlere girerdi.
el bezleri vardı, banyo havluları,
ve yağmur genelde
tuvaletlerden girerdi: köpüre köpüre, kahverengi, küçük girdaplarla
ve külüstür arabalarla dolu olurdu sokaklar
güneşli bir günde
marş basmayan arabalarla,
ve işsiz adamlar
sanki canlılarmış gibi duran o eski arabaların
can çekişmelerine bakarlardı
pencereleri önünden;
işsizler,
yenik bir zamanın yenik insanları
hapsolurdu evlerine
karıları ve çocukları
ve kedi köpekleriyle.
kediler ve köpekler
dışarı çıkmamak için diretir
evin garip garip yerlerine
pisliklerini bırakırlardı.
işsiz adamlar
bir zamanlar güzel olan karılarıyla
evde tıkılıp kalmış olmaktan
çıldırırlardı.
korkunç tartışmalar yaşanırdı
haciz ihtar mektupları
kondukça posta kutularına.
yağmur ve dolu, bezelye kutuları,
yavan ekmekler; kızarmış
yumurta, rafadan yumurta, haslanmış
yumurta; fıstık ezmesi
sandviçleri, ve her tencerede
görünmez bir tavuk.
babam, kesinlikle iyi biri olmayan babam
her yağmurda, en iyi ihtimalle,
annemi döverdi,
kendimi üzerlerine atardım,
bacaklar, dizler,
çığlıklar
ta ki
birbirlerinden
ayrılana kadar.
‘Gebertic’em seni, ‘ bağırırdım ‘Bi’ kez
daha vurursan ona öldürürüm seni! ‘
‘Çabuk bu orospu çocu’unu
çıkar burdan! ‘
‘hayır, Henri, annenin
yanında kal! ‘
evet, bütün evler kuşatma altındaydı
fakat sanırım bizim evdeki dehşet
ortalamanın üstündeydi.
ve geceleri
uyumaya çalıştığımızda
yağmur yağmaya devam ederdi
ve karanlıkta
suların odama girmemesi için
cesurca direnen penceremden
ayın yağmur sularıyla bulanık
görüntüsünü seyrederken
Nuh’u hayal ederek
ve Gemisini
tekrar oluyor galiba
diye düşünürdüm.
hepimiz düşünürdük
bunu.
ve sonra, birdenbire,
dinerdi yağmur.
galiba hep
sabaha doğru
5,6 sularında dinerdi,
huzur çökerdi her yere,
ama tam bir sessizlik değil
çünkü hala devam ederdi
tip
tip
tip
sesleri
ve sonra sis ve duman
dağılırdı
ve sabah 8’de
gözleri kamaştıran sapsarı bir güneşışığı
düşerdi yeryüzüne,
Van Gogh sarısı –
çılgın, köredici!
ve ardından
sağanaktan kurtulan
çatı olukları
güneş altında
genleşmeye başlardı:
PENG! PENG! PENG!
ve herkes kalkıp dışarı bakardı
hala yağmuru içine çeken
bahçeler
hiç bu kadar yeşil olmamış
bir yeşil içinde
ve kuşlar
bahçelerde
deli gibi cıvıldayan kuşlar,
7 gün 7 gecedir
yere konup da
adamakıllı bir şey yiyememiş
tohum yemekten
bıkmış kuşlar
solucanların
toprak üstüne çıkmasını beklerlerdi,
yarı boğulmuş solucanların.
kuşlar solucanları önce topraktan çekip
havaya kaldırır
sonra da midelerine indirirlerdi;
karatavuklar ve serçeler olurdu.
karatavuklar serçeleri uzaklaştırmaya
çalışır
ama serçeler,
açlıktan delirmiş,
daha küçük ve çabuk,
kendi paylarını
kotarırlardı.
erkekler verandada durur
sigaralarını içerlerdi,
şimdi kapı kapı dolaşıp
büyük olasılıkla hiç bir kapı ardında
bulamayacakları bir
iş arayacaklarının,
büyük olasılıkla çalışmayacak arabalarını
çalıştırmaya uğraşacaklarının
bilincinde.
ve bir zamanlar güzel olan
karıları
banyoya girer
saçlarını tarar,
makyajlarını yapar,
dünyalarını tekrar
biraraya getirmeye çalışırlardı,
onları saran korkunç mutsuzluğu
unutmaya çalışarak,
kahvaltı için
ne hazırlasam diye
telaşlanarak.
ve radyo
okulların
açıldığını söylerdi.
ve
ardından
işte ben
yine okul yolundaydım,
yollarda kocaman
su gölcükleri,
tepemde yeni bir dünya gibi
güneş,
evde annemler,
okula
zamanında vardım.
Bayan Sorenson bizi
‘bugün tenefüs yok,
yerler çok ıslak’
diyerek karşıladı.
çocuklar ‘AOF’
bağırdı bir ağızdan.
‘fakat tenefüs saatinde
çok farklı birşey
yapacağız, ‘ dedi,
‘ve çok zevkli
bir şey! ‘
hepimiz merak ettik
bu çok zevkli şeyin
ne olduğunu
ve o iki saat
Bayan Sorenson
dersini anlatmaya
devam ederken
bir türlü geçmek bilmedi.
Küçük kızlara baktım,
çok tatlı ve temiz ve
dikkatli görünüyorlardı,
uslu ve dik
oturuyorlarken sıralarında
ve saçları
Kaliforniya
güneşi altında
çok güzeldi.
sonra tenefüs zili çaldı
ve hepimiz eğlenceyi
beklemeye koyulduk.
ardından Bayan Sorenson sınıfa seslendi:
‘şimdi ne yapacağız
biliyor musunuz, birbirimize
yağmur sağanağı sırasında
neler yaptığımızı anlatacağız!
en ön sıradan başlayıp
arka sıralara doğru devam edeceğiz!
hadi Michael, sen başla! …’
ve hepimiz
hikayelerimizi
anlatmaya başladık, Michael başladı
ve herkes sırayla kalkıp devam etti,
ve sonra farkettik ki
hepimiz yalanlar söylüyorduk, tamamen
yalan sayılmaz ama
çoğunlugu yalandı
ve oğlanlardan bazıları pis pis
gülmeye başladığında kızlar onlara
kötü bakışlar fırlattı ve
Bayan Sorenson ‘tamam! ‘ diye bağırdı
‘tam bir sessizlik istiyorum!
Siz merak etmeseniz de
ben
neler yaptığınızı
öğrenmek istiyorum! ‘
böylece biz de hikayelerimize
devam ettik
ve hepsi de hikayeydi.
bir kız gökkuşağı
ilk çıktığında bir ucunda
Tanrı’nın yüzünü
gördügünü söyledi.
bir tek hangi ucu olduğunu söylemedi.
bir oğlan oltasını
pencereden sarkıtıp
bir balık yakalayıp
kedisini
beslediğini söyledi.
hemen hemen herkes
bir yalan uydurdu.
gerçek
fazla acı
ve utandırıcıydı.
sonra zil çaldı
ve tenefüs bitti.
‘teşekkür ederim, ‘ dedi Bayan
Sorenson, ‘hepsi çok
hoştu.
yarına kadar
yerler
kurur ve
kullanılabilecek
hale gelir.’
çocuklardan bir
gürültü koptu.
küçük kızlar
dimdik ve uslu
oturuyorlardı,
çok tatlı ve
temiz ve
dikkatli,
saçları dünyanın bir daha
asla göremeyeceği bir güneşin
ışıkları altında
çok güzel
görünüyordu.
ve
Fred derlerdi ona. Barın son taburesi onundu ve her zaman açılıştan kapanışa kadar oradaydı. Benden daha çok oradaydı ve bu hafife alınacak bir şey değildir.
Kimseyle konuşmazdı. Taburesinde oturup fıçı bira içerdi. barın öbür ucuna doğru dümdüz bakardı ama kimseye değil.
Ve bir şey daha;
Arada sırada yerinden kalkıp müzik dolabına gider ve her seferinde aynı 45’liği çalardı; “Bonapart’ın Geri Çekilişi”
Sabahtan akşama kadar çalardı o plağı. onun parçası olduğuna şüphe yoktu. Hiç bıkmazdı o parçadan.
Ve içtiği biralardan kafası iyi olduğunda kalkıp Bonapart’ın Geri Çekilişi’ni üst üste 6-7 kez çalardı.
Kim olduğunu, geçimini nasıl sağladığını bilen yoktu, tek bildikleri barın karşısındaki pansiyonda kaldığı ve her sabah bar açıldığında ilk müşteri olduğuydu.
Barmen Clyde’a şikayet ettim; “Kardeşim anamızı ağlatıyor bu plakla. Bütün plaklar bir süre sonra yenileriyle değişiyor ama Bonapart’ın Geri Çekilişi hep var. Ne anlama geliyor bu? “
“Onun şarkısı” dedi Clyde. “Senin bir şarkın yok mu? “
Neyse, o gün öğlen bir sularında bara girdim, bütün müdavimler oradaydı ama Fred yoktu. İçkimi söyledim sonra da yüksek sesle, “hey, Fred nerde? ” diye sordum.
“Fred öldü” dedi Clyde.
Barın sonuna baktım. İçeri güneş sızıyordu ama boştu tabure.
“Şaka ediyorsun” dedim. “Fred helada, değil mi? “
“Fred bu sabah gelmedi” dedi Clyde, “pansiyon odasına gidip baktım, ordaydı, ütü tahtasından farkı yoktu”
Çıt çıkmıyordu barda. Geveze oldukları söylenemezdi zaten.
“Neyse” dedim, “Bonapart’ın Geri Çekilişi’ni dinlemek zorunda kalmayacağız en azından.”
Kimse birşey söylemedi.
“Hala müzik dolabında mı o plak? ” diye sordum.
“Evet” dedi Clyde.
“Güzel” dedim, ’”Son bir kere de ben çalayım şunu”
Kalktım.
“Dur” dedi Clyde.
Barın arkasından çıkıp müzik dolabının yanına geldi. Küçük bir anahtar vardı elinde. anahtarı kilide sokup müzik dolabını açtı.Uzanıp plaklardan birini aldı. Sonra dizinin üstünde ikiye böldü plağı.
“Bu onun şarkısıydı” dedi Clyde.
Sonra dolabı kilitledi, kırık plağı barın arkasına götürüp çöpe attı.
Barın adı Jewel’s idi ve Crenshaw ile Adams kavşağındaydı, ama artık yok.
aslında olanlar
ve olması gerekip de olmayanlar
ilginç.
görmeye değer bir yer dünya,
bizi yarı-uyur yakalayan
ve daha işimizin bittiğini anlayacak
kadar yaşlanmadan öldüren
örümcekler ve ağlarla örülü
bir orospu değilse karındır
karın değilse vergi koşuşturması
veya ekmek ya da içkidir,
ya da birisi kayıyordur karına
sen aşağıda dükkanda
onu ipekler içinde yaşatmak için kıçını yırtarken.
ya da altılı ganyana
veya ota sarmışsındır
belki bulmaca çözmeye
belki de vitaminlare ya da Beethoven’a.
ama 30 metrelik bir yatta neler
olduğunu görmelisin:
genç güzel kadınların başka birine
neler yapabildiğini görmek
vazgeçirtir seni özgürlükten
küçük dergiler ve Tolstoy’dan.
ve o adamın umurunda bile değildir,
cimri bir kadeh doldururken şöyle der sana,
o orospu var ya
tavşanlar bile onun kadar düzüşemez,
eğer paran yoksa
daha olayı kavrayamadan
ya bunarsın yaşlılıktan
ya da ölürsün.
ve kız orada dikilir trabzanın yanında
bir içim su
altın güneşi ve som altından,
dünyanın en büyük yüzme havuzunda balıklar
dolanırlar, ve hatta gülümser sana
sen aşağıya inerken daha fazla şişe
ve çizme çıkarmaya
ve efendinin midyelerini kazımaya;
ama, ah, seni domuz! -senin yaptıklarının
hepsini söyledi bana, erkek söyler ya- ki bu da
sen ve benim iyi
ya da yeterince yaşamadığımızı söylemenin
bir başka yoludur.
tiklerim tutmuş çarşafın altında
güneş ışığıyla tekrar yüzleşmek
harbiden
berbat bir
şey
neon ışıkları yanıp da
çıplak kızlar barın
üstünde
hırpalayan müzikle dansettiğinde
şehri daha çok
seviyorum
çarşafın altında düşünüyorum
tarih
sinirlerimi
yıpratıyor
insanlığın en hatırlanası derdi
güneş ışığıyla tekrar
yüzleşme cesaretidir
aşk iki yabancının tanışmasıyla
başlar.
dünyayı sevmek
imkansız.
yatakta kalıp
uyumayı
yeğlerim
serseme dönmüşüm
günlerle sokaklar ve yıllarla
çarşafı
boynuma çekiyorum
kıçımı duvara
veriyorum
sabahlardan kimsenin etmediği kadar
nefret
ediyorum