Ömrümün son yirmi gününde ettiğiniz küfre ve hakarete önceki otuz küsur senemde maruz kalmamıştım. Ne provokatörlüğüm kaldı, ne dönekliğim; ne yalancılığım kaldı, ne de kâfirliğim… Eksik olmayın, bu dünyada henüz mülk edinmemiş zatıma cehennemin yedi kat dibinde el ele vererek bir suit daire aldınız bile. Üstelik bunun hala size ne faydası olduğu hakkında en ufak bir fikre sahip olmuş da değilim. Zebanilerin beni cayır cayır yaktığı çukuru cennet locasından ibretlik bir manzara olarak seyretmeyi düşünüyorsanız, cennet tahayyülünüzü bir daha gözden geçirin derim. Gerçi Allah hakkında bildiklerimi söyler söylemez, işi ehline bırakmadığım için bir de vaiz damgası yiyorum ki, elinizde olsa o güzel yâri sevmemi de alıkoyacaksınız benden.
Ey babalarının inançlarını devralan kalabalık! Babanız nasıl seviyorsa, öyle sevmek istiyorsunuz Rabbinizi, eyvallah! Ama ben öyle inandırıldım ki, başkalarının aşkı gönlünüze dolup sizin “biricik” aşkınız olmadıkça; aşk diye bildiğiniz, yârin etrafına toplanan kalabalığın arasında dolaşan bir rivayetten ibarettir sadece. Yâriniz hakkında bildikleriniz herkesin bildiklerinden farklı değilse, kalabalığın fısıltısını taşıyorsunuzdur üzerinizde. Ve dahi yüzyıllardır devam eden, saltanat ve devlet korkusuyla şekillenen bir dinin gereklerini… Yok mudur bunun faydaları? Vardır elbette! Ya zararı, eksiği? Ona ne şüphe!
Ömrümün hiçbir döneminde İslamcı olmadım. Kendilerine İslamcı diyen dostlarım oldu beraber ekmek yediğimiz, bir’likte Allah dediğimiz. İslamcı, soğuk bir kelime! Zaten yapım eklerinden hazzetmem, bir şeyi yapmaktansa çekmek iyidir fikrimce. İyelik ekleriyle de ciddi sorunlarım var. Çünkü bir şeyin sahibi olduğumuz zannı, görüyorum ki sahibi olunan kıymetin çoğu zaman önüne geçiyor. İnsan ya da kul kelimesinden geçip kendine demokrat, muhafazakâr, sosyalist, kemalist, milliyetçi, islamcı, cumhuriyetçi, komünist vs. diyen herkese bakın, çoktan sahibi olmuşlar esasen hizmetinde olmaları gereken mefkûrelerinin. Hepsi özünde bir zaman iyi niyet barındırıyordu belki. Ama artık bir topluluğun içine girilir girilmez, kapısı çalınan birer odaya dönüşmüş durumdalar. İşin doğrusu, içinde halis bir niyet, doğru bir amaç olduğu düşüncesiyle insanları tefrik etmek maksadıyla kuruldu bence bütün bu localar. Yoksa özünde bir insanın ötekinden ne farkı var? Neşet Baba’nın da dediği gibi: “Güneşi bir kuvvet karaltır mı hiç / Allah sevmediğini yaratır mı hiç”.
Senelerdir şunu tartışıyorum bazılarıyla: İnsan kendine bir yol bellemişse o yol ile mi, yoksa o yolun sonu ile mi birlikte anılmalıdır? Yola çıkanın derdi yürüdüğü yol mudur, yoksa o yolun sonu mu olmalıdır? Bir insanı yola çıkaran/çağıran şey yolun bizzat kendisi midir, yoksa o yolun gittiği yerin yahut o yolda yürümenin beklentisi midir? İslam bir yolsa mesela, ondan beklentimiz değil midir esas olan? Müslümanlık hani adaletli olmak, merhametli olmak, iyilik yapmayı sevmek, aciz olmak, mütemadiyen sevgiyle davranmak, yardımsever olmak, kötülükten sakınmak, kalp kırmamak vb. gibi akidelerle donatılmışsa eğer; İslamcı kelimesi yerine kendinize adaletli, merhametli, sevgili gibi isimleri ne için seçmediğinizi bir türlü anlayamadım. Ve bu yüzden bir türlü İslamcı olamadım. Hele dindar yahut moda deyimle mütedeyyin hiç olamadım. Bunun için bana kızmayın, birbirimizi sevmek için birbirimizi anlamak zorunda değiliz. Birbirimize teklifimiz sadece Allah ise, birbirimizden vazgeçemeyiz. Bunu da merhametle, ancak severek başarabiliriz gibi geliyor bana.
İnancımız ve itikadımız, “yaratılmışlar adedince Allah’a yol vardır” diyor, öyle değil mi? Ben de sizinle aynı yâri seviyor olmanın müştereği içerisinde, sadece bana rezerve olan fıtratımdan istifade ederek yürüyordum. Ama iş ne zaman kendinizden olmayana yönelik düşmanca tavırlarınıza geldi, o zaman sizinle yürüdüğümüz yolun da aynı olmadığını anladım. Hristiyanları, Musevileri ve dahi diğer dinlerin mensuplarını çoktan Müslüman olmanın kibriyle karşılıyordunuz. Herhangi bir hak dinine inanmayanlara dair bakış açınıza hiç girmek dahi istemiyorum. Nisa Suresi’nde apaçık uyarmasına rağmen bir zamanlar onlardan olduğunuzu unutup, farz olan selamınızı onlardan eksik ediyordunuz. Sanki Müslüman olarak dünyaya gelmiş gibi davranıyordunuz. Sizden olmayanların, sizin emanetiniz olduğunu unutmuş gibiydiniz. En fenası da Rachel Corrie’ye, hani şu Filistin’de kendini buldozerin önüne atıp vahşice ezilerek can verdiği için kahraman ilan ettiğiniz, ama Hristiyan olduğu için cennete sokmadığınız yirmi üç yaşındaki güzel kardeşime yaptığınız idi. Cennete ve cehenneme gidecekleri apaçık taksim ediyordunuz. Bunu -hâşâ- Allah’la yarışır gibi yapıyordunuz. Bunun üzerine biri “Yalnız Allah bilir hesabını! ” der demez hemen toparlanıyor ama yine de Allah’ın merhametiyle değil, bizzat kendi ibadetinizle sınanmak istediğinizi bir kinaye tutturup karşınızdakine iletiveriyordunuz. Öyle ya, ömrü boyunca çileyi çeken sizseniz, ödül de sizin olmalıydı. Evet, ödülün sizin olmasına, ödülü sizin kadar isteyen olmadığı için, kimsenin itirazı olmayacaktır. Ama bu ödülü, onlar inançlarında ve ibadetlerinde olmasalar dahi, diğer tüm yaratılmışlarla birlikte paylaşmanın merhameti yoktu sizde. Çünkü sahip olduğunuz inancın yalnızca bir lütuf ile size bahşedilmiş olduğunu unutmuş, o inancın çoktan sahibi olmuştunuz. Daha kendi nefsinizle savaşınızı bitirmeden dünyadaki diğer bütün insanların nefislerinin peşine düşmüştünüz. Her tarafı İslam yapacaktınız. Daha yanı başınızdakilere inandıramadığınız Müslümanlığınızı, kalpleri fethetmek yolu ile değil, toprak fethederek, emperyalist bir ruhla dünyanın öbür ucuna duyurmak istiyordunuz. Üstelik başınızda, cemali yüzünden fışkıran ve bütün insanlığa gönlünde yer açan bir imamınız, sözlerini Allah kelamı diye bellediğiniz bir insan-ı kâmil bile yokken yürüyordunuz. Mürşidinin eteğinden ayrılmayanlar sözlerime alınmasınlar. Onların Allah’tan başka dertlerinin olmadığını biliyorum, yâri Allah olan gariplere selam olsun. Yazdıklarımdan gocunanlar, kelimelerimi hiç vakit kaybetmeden üzerlerine alınarak yaralarını açık edeceklerdir zaten.
Daha evvel de bin kez şahidi olduğunuz üzere; bu topraklarda diri diri insanları yaktılar, karanlık köşelerde çocukları öldürüp meçhul topraklara gömdüler, kadınların ırzına geçildi, yaşlılar katledildi, bebelerin doğar doğmaz mezarları kazıldı. Bunları yapanların bazıları öfkeyle tekbir getiriyordu, bazıları çağdaşlık putundan Kemalist naralar atıyordu, bazıları etniklik tuzağından milliyetçi sloganlarla yürüyordu, bazıları ise şeytana işte hangi taraflarıyla kanmışlarsa, o taraflarıyla ilerliyorlardı bu pisliğe doğru. Bunu biliyor olmanıza rağmen, uzunca bir süredir uyuyan düşmanlığı uyandırmak istercesine konuşuyor yahut susuyorsunuz. Konuşana sözümüzü bin defa söyledik, bin defa da duymadı. Ama susanlar var ya o susanlar, sizinle hesabımız henüz başladı. Her şey olağan seyrinde iken, düzen birden değişti. Bu vakte kadar vaadinde olduğunuz şahsiyetiniz ortada görünmeyince, ihanetiniz ortaya çıktı apansız. Yani can dostum Sadık Battal’ın kitabının ismiyle söylersek: “Asıl film şimdi başlıyor! ”
Yediğim gaz sonrası ölümden döndüğümü belki mübalağalı buldunuz. Belki hala gözlerimin bir hakikate kapalı olduğunu düşünüyor, uyanacağımı düşündüğünüz bir kapıda beni bekliyorsunuz. Boşuna beklemeyin! İşlerin göründüğü gibi olmadığını ve perde arkasında iç/dış mihrakların olduğunu; artık çürüyen bir klişenin leş gibi koktuğu yerden bana hatırlatmak için tetikte ve oradasınız. Yanlışa düştüğüm anın hayretini karşılamak için bir bardak çay tesellisiyle hala o masada beni bekliyorsanız eğer; çayınızı bitirin, hesabınızı ödeyin ve benimle karşılaşamayacağınız bir yere doğru atın adımlarınızı. Çünkü sizinle ilk karşılaştığımda yüzümü çevirip yoluma devam edecek kadar merhametten düşmemişsem, gelip yüzünüze bütün çıplaklığıyla hakikati haykıracağım. İnsan olduğunuzdan utanana kadar yapacağım bunu. Çocukların onulmaz bir travmayla gaza boğulduğu, yaşlıların gözyaşlarıyla beddua ettiği, kadınların kutsallık tanınmadan saçlarından sürüklendiği sokakları; gözbebeklerinizin dip derininden, kendi vicdansızlığınızla boğduğunuz ruhlarınıza sarkıtacağım. Biliyorum ki, hemen savunmaya geçeceksiniz. Çocuklar için eylemci ebeveynlerini, kadınlar için oyuna gelmiş iffetlerini, yaşlılar içinse oradaki herkesi suçlayacaksınız. Ama kelimelerin ne önemi var, öyle değil mi? Ben o bakışın sizin susuz vicdan kuyularınızı, tıpkı bizi boğmaya çalışanlar gibi, hunharca gazlamasını istiyorum. Sırf uyanın diye istiyorum bunu, öldürmek niyetinde olsam ruhlarınızın tamamen çekildiği o sararmış suratlarınıza bakmazdım bile. Sebeplerin ve sonuçların canı cehenneme! Gözlerime, zekânızdan ve o mağrur aklınızdan gayrı hangi hakikatli bakışla bakacağınızı merak ediyorum! Kelimeleriniz, çıkmış oldukları boğazlarınızda tıkanıp kalsın ki, insanı yok sayıp bütünüyle bir siyasi arenaya çevirdiğiniz ve içine horoz dövüştürür gibi komplo teorileri saldığınız bu namert meydanı bir saniye olsun kalplerinizle görün!
Şiirlerimi tekrar okumayacağınızı, kitaplarımı iade edeceğinizi, mısralarımı unutacağınızı söyledikçe siz; Turgut Uyar’ın o meşhur gecesinden bir geyik inip tokat gibi suratınıza çarpar mı bilmem: “durumumuz başta ve sonda ayrı ayrıysa / başta ve sonda ayrı olduğumuzdandı”. Oradaki çakalları, kurtları ve masumiyetten yemlenmek isteyen rantçıları görmüyor olduğumuzu zannederek, aslen kendi zekânızı aşağılıyorsunuz. Sert mizacınız, çirkin üslubunuz, alaycı tavırlarınız ve intikamcı soğukluğunuz topladı dünyanın kaostan medet uman bütün ajanlarını o meydana. Öyle bir merhamet koyacaktınız ki, oradaki nifakı polislerinize ihtiyaç duymaksızın halk kendisi boğacaktı. Öyle bir sevgiye duracaktınız ki, o parkın çekirdeğindeki fonksiyonel masumiyet, sizin safınızda, bütün dünyaya barışı kardeşçe bir mizahla öğretecekti. Yirmi gündür kaçırdığınız trenler, bütün rayları kapladı şimdi. Hareket alanınız daralıyor, siz hala bu işi kabadayılıkla çözebileceğinizi zannediyorsunuz. Oysa siz şiddetlendikçe, karşınızdakinin ümidini sulamaktan başka bir şey yapmıyorsunuz. Her bir köşede kutup kurtları kendi dağlarında kendi aylarına uluyorlar. Emperyalist güçler spotlarını ülkemize çevirdi. Onlar parka destek verirken, bu yaptıklarında kirli bir çıkar olduğunu anlamayacak kadar saf değiliz. Küresel sermayenin insanlık için savaştığı nerede görülmüş! ? Ancak siz geri adım atarsanız bu pisliği ayıklayabiliriz. Ve bunu bir lütuf gibi değil, samimiyetle yapmanız gerekli, hala geç değil!
Kutuplaştınız, varlığınızı diğer bütün her şeyden daha çok önemsiyorsunuz çünkü. Oysa çıktığınız yol, sizi bir hiç olmaya davet ediyordu. Yarın öleceğinizi bile bile, mazlumun gözünüzün önünde çırpındığını göre göre, küstah kahkahalar atarak sırçayı elinizden düşürdünüz. Biz o sırçayı, hayalini kurduğunuz sarayların ve İslam birliği diyerek kendinize yutturduğunuz zokanın şiddetli darbelerine rağmen hala elimizde tutuyoruz. Diyoruz ki; madem İslam olacaksınız, madem birliktir niyetiniz ve bu işte samimiyseniz, işe kendi topraklarınızdan başlayın. Önce kendi evinizin önünü süpürün, peygamberimizin adaletini ve merhametini önce biz seyredelim sizden. Ama bunu nispi demokratlık numaralarıyla, önceye referans kurarak, ehven-i şer ile yapmayı bırakın artık. “Bizden önce kız çocuklarını diri diri toprağa gömüyorlardı! ” demediğiniz kaldı bir. Size ne eski şerden! Peygamberin merhametiyle önceki muktedirlerin merhameti arasında bir yer tutturmak, sizi aklamaz. Güzeller güzelinden, güzelden gayrı bir şey mi gördünüz sanki? ! Ama sizde, güzelden gayrı çok şey var, ki insanlar rahatsızlar. Buna inanın, dönüp af dileyin incittiklerinizden. Siyasi kariyerinizin mahvolmasına sebep olsa bile bu, af dileyin. Size çok ütopik geliyorsa bütün bu söylediklerim, İslam’ı da aynı ütopyanın içerisine hapsetmiş olabilirsiniz, dikkat edin! Varın tekrar mazlum olun, inanın böylesi kulluğunuz adına daha garanti! Ve hatırlayın mazlumlar daha yakışıklıdır muktedirlerden!