Hasırla kaplanmış yeryüzünde çıplak ayaklarıyla yürüyor. Üzerinde yürüdüğü zemin tuhaf bir güven duygusu uyandırıyor onda. Hasır bitse sanki ayağı boşluğa basacak. Çocuk gözlerinin marifetiyle çekip uzatarak şehrin en ücra mahallelerine kadar her yerini hasırla örttüğü İstanbul’da minik ayaklarıyla durmaksızın koşmak istiyor babası selam verene kadar. Babası selam verdiğinde marangoz cetveli gibi camiye doğru hızla geri çekilen hasır çok geçmeden ayaklarıyla ayakkabılarını yeniden bir araya getirip onu Fatih Camii’nin avlusundan mahallesine uğurluyor. Mahalle; ağaçlarına tırmanılan, sokaklarından at arabalarının geçtiği, kahvelerinde nargile içilen, evlerinin camlarından biberden kolyeler sarkan, satıcıların seslerine çocuk seslerinin karıştığı, mevsimine göre çamurla tozun yer değiştirdiği, selamın bakırdan dudakları, gözleri ve elleri, ateşiyle parlatıp gümüşe çevirdiği yer. Çocuğun elinden tutan adam Fatih müderrislerinden Mehmet Tahir Efendi, sofrayı kurmak için babayla oğlun Cuma namazından dönmesini bekleyen, Emine Şerife Hanım, çocuğa gelince Akif’ten başkası değil.Akif’ten başkası değil dört yaşında mektebe başlayıp altmış üç yaşına kadar okuyan. Dört dil edinip dört elle sarılan ilme. Dört kitaptan Kuran’ı ezberleyen. Şiiri sevip dört dönen etrafında. Akif’ten başkası değil, Leyla ve Mecnun’dan mecnunu sıyırıp giyen üstüne. Ve bu elbiseyi hiç çıkartmadan yürüyen gazete sütunlarına, mecmua sayfalarına.
Yanan evi zaruret kollarıyla onu mülkiyeden çekip, fen ve tabiatın kollarına atmasa Baytar Mektebinde olmayacaktı. Ne tuhaf, “Şu sessiz kubbenin altında insandan eser yokmuş” mısrasını daha yazmamıştı. Yazgısı eli ekmek tutup evlenmekti İsmet Hanım’la. Baytar olup dolaşmaktı, Rumeli’de, Anadolu’da, Arabistan’da. Bir kere yürümeye başladı mı insan yürürdü kopana kadar kıyamet. Kıyamet koptu, harpti patlayan! Akif’e düştü yine yollara düşmek; Necid, Medine, Lübnan… Hem bu sefer olan harpten de öte, hilali kazımaktı gökyüzünden niyeti küffarın birleşerek. Yüz binlerce güneşin kopup Anadolu’dan batmaya geleceğini hesap etmeyerek, Çanakkale’de kudurdu düşman.” “Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer; /O ne müdhiş tipidir:Savrulur enkaz-ı beşer…/Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak,/Boşanır sırtlara, vadilere, sağnak sağnak…” İşte böyle bir yağmurda yazdı Akif, Süleyman Nazif’e “Allah’ın şehitleri olduğu gibi şairleri de var! ” dedirten şiirini. Sonra kah kırbaç yaptı dilini uyandırmak için milleti, kah savurdu kılıç gibi göklerde hilal uğruna. Durma vakti değildi, yürümeliydi İnebolu’ya, Ankara’ya, Konya’ya. Kastamonu’da Nasrullah Camisinin tırmanıp minberine bir yıldırım gibi düştü Sevr sözleşmesine. Sonra Ankara’da bir gece fırlayıp yatağından, kağıt bulamayınca duvarına kazıdı Taceddin Dergahı’nın: “Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım/Hangi çılgın bana zincir vuracakmış şaşarım…” Akif’in kahraman ordumuza ithaf ettiği şiiri, ateşledi ruhları yanan bir fitil gibi. Ateşten bir taçtı istiklal.
Sonunda milleti için kurban edip şiirini, Akif Nil’in aktığı beldeye gitti. Koca Ragıp Paşa ondan yüzyıllar önce “Yeter şu Kahire’nin kahrı! ” demişti. Ragıb’ın dört yıl geçirip söylediği bu cümleyi Akif tam on yıl sonra söyledi. “Yaşamaktan ne çıkar, günlerim oldukça heder/Bir güler çehre sezip güldüğü yoktur yüzümün/Geceden farkını görmüş değilim gündüzümün/Seneler var ki harab olmadığım gün bilemem.” Akif’i memleket hasreti öyle kavurmuştu ki Hacıbekir’in dükkanındaki şeker kutularını acıyla seyrederek teselli arıyordu ruhuna. Yorgun ve hastaydı. Ölümün yaklaştığını hissediyordu. İstanbul çığlıklar atarak çağırıyordu onu. İstanbul’u görmek! Tam on yıl sonra! Mısır’ı terk etmeden önce şu mısraları yazdı: “Hepsi göçmüş, hani yoldaşlarının hiç biri yok/Sen mi kaldın yalnız,kafileden böyle uzak/ Postu sermekse meramın yola, serdirmezler/Hadi gölgenle beraber silinip gitmene bak.” 1936 yılında yeryüzünün en sahici şairi vatanına dönmüş, ancak daha dünya gözüyle bir kez daha seyredemeden İstanbul’u yatağa düşmüştü. Akif’in memlekete döndüğünü duyan Yedigün muhabiri Kandemir Bey soluğu Taksim’deki Mısır apartmanında almış ve şairle son röportajı yaptığını bilmeden dergisine şu satırları yazmıştı. “…Ak kılların çerçevelediği bu sapsarı yüze,bu gevşemiş, sarkmış çizgilere, bu yorgun ve dalgın gözlere bakıyorum, zaman denen şeyin kudretini, hayat denen efsanenin sırrını bilmek istiyorum,sonra yavaşça soruyorum: ‘Özledin mi bizi üstat? ‘…” Bu nasıl soru! ! ! Ressam olsaydım “Bir Soru üzerine Akif’in Yüzü” isimli bir tablo yapmak isterdim. Buna gücüm yok. Aslında Akif’in gazeteci gence cevabını nakletmekte de güçlük çekiyorum: “ÖZLEMEK Mİ OĞLUM… ÖZLEMEK Mİ? ”
MERDİVENŞİİR
ARALIK OCAK 2006-2007
Sayı 11