Arzuları pınar olmuş bir gönül
Kabarınca, Tanrıdağ’da üslenir
Bin cihana eşit düşer hür gönül
Manastır’da, Duşanbe’de süslenir
Dört bir yanda yağı “hurra” bağırır
Dünya Türk’ü hamur etmiş yoğurur
Tendürek’te bir ses türkü çığırır
Âşık çalar garip dinler hislenir
Her devirde inançları sanıktır
Cümle âlem bu acıya tanıktır
Analarda yürek mahzun, yanıktır
Ah ettikçe Toroslar’a yaslanır
Ankara’dan yola çıkan bir yürek
Turfan’da otağa vurmalı direk
Bu işe sevdası İbrahim gerek
Atsız, Kürşad Urumçi’den seslenir
Her yanını yurdun gezmeli tek tek
Kuzeyine mutlak uğramak gerek
Önü mavi sırtı yeşil mübarek
Deniz kalkar, Zigana’da sislenir
Düşküne bakmaya yüzümüz olmaz
Sual edilince sözümüz olmaz
Gönlümüz olur da gözümüz olmaz
Çıra yanar yürekte can islenir
Âlemi İslam’da gönüller kıraç
Kimisi çok zengin kimisi çok aç
Gönül coğrafyamız huzura muhtaç
Nice gönül gözyaşıyla ıslanır
Yıpratır ikilik denen illetin
Türklükle başlayan tarihin çetin
Mensubu olduğum koca milletin
Gafletteki duyguları paslanır
I
Yağmur dalgın bir efkâr giyinir Ekim’de.
Kumrular sokağı‘*nda çekilmiş bir diş gibi kalırım;
çekilmiş bir diş gibi
Diyarbakır’dan…
Ağrırım,
bağırırım
aldırmaz!
İlle de gökkuşağı giyinir gökyüzü her Ekim’de…
II
Kumrular sokağı bir kente uzayıp gider.
Gökkuşağım,
ayrılığım,
ömür ki eskir ve aşka uzayıp gider…
Tırmalarken göğsümü sabrın sancısı,
yalnızlığın kül tadıyım;
bakarım, yağmur utanmaz bulutundan,
hasretin üvey adıyım…
III
Kumrular sokağında
efkârın adıyla bir akşamüstü;
gövdesine tutunmuş dal,
dala tutunmuş serçe,
telaşlı, o da kendince…
Sonra aşklarda kül, camlarda perde;
usulca harlanır sevişmeler de…
IV
Kumrular sokağında
andlara hep bol geldim,
küfürlere dar.
Dönüp baktım, ne göreyim,
yağmalamış gençliğimi yargıçlar!
Desene Sivas’ın kırık sazıyım,
kendimin ayazıyım,
kalbimde ölü çocuklar…
Tufanlar ardımda ve buruşuk anılar.
Nedense hiç uslanmamış bozgunlar…
V
Oysa haklı ve haksız bütün kitaplar yazılmıştır.
Susuşlar eskimiş, küfürler edilmiştir.
Biliyorum, yalnızlıktan öte dostun yok insan;
insan ki bozuk paralarda bozgundur, yenilmiştir.
/Şimdi bilekleri kesik bir intihardır yaşam…/
VI
Düştüğü yerde tanımazken kendi suyunu yağmur;
biliyorum, aynı dalda gül bile anlamaz dikenini.
Anlasana, anlatamaz kimse yıkımını başka yıkıma.
Cudi’de napalm, Datça’da ıssız koylara,
New york Şırnak’a anlatılmaz.
Her gün yanar söner yanar söner kasvetimle bin ateş;
ölüm, dirilere anlatılamaz…
VII
Bilirsiniz her sokağın bozuk bir sicili vardır
ve utancı sokakların,
günleri şehvete fedâ eden şizofren babalardır.
Gözlerinde yalnızlığı bir hançer gibi saklayan kadınlardır.
Sonrası sokakların, bozkırlardır,
hani bir ak tay düşüyle uzayıp gider
ve rüzgârların ıslığıyla göklere teğet geçer.
Oysa kumrular sokağı bir kente uzayıp gider;
gökkuşağım,
ayrılığım,
ömür ki eskir ve aşka uzayıp gider…
VIII
Daha sevginin herkesten şikayeti var.
Daha herkes kendi sanıklığıyla kör,
tanıklığıyla yargıç.
Bu yüzden söz,
bitmiştir…
Gökyüzü
mü?
O,
kırgındır,
kirletilmiştir…
*Kumrular sokağı: Ankara’da bir sokak.
“Eski güzel şeylerden değil,
yeni kötü şeylerden başlamak gerekir.”
-Water Benjamin-
Göç
geçer…
Geçer ayrılıklar baladı.
Siyah bir orman olur gençliğimiz.
Bize böyle pay kalır.
Bize böyle pay kalır…
Ağla sömürgem… Belki dönemem!
Oralarda usul usul talazlanan nehirlerde yaz kalır;
kış yanar, düş üşür yüreğimde.
Ağlarım, gözyaşım beyaz kalır…
Sonra askerler yeniden kuşatırlar aşınmış kaleleri.
Bin “hawaar “parçalar gecenin döşeğini.
Ocaklar iniler, yas büyür, orta yerde kan kalır;
Dıngılava’da peştamallı çocuklar havuzlara işerler;
gözlerinde bir mahmur özlem kalır…
Derken bir Ankara, bir poyraz beni döve döve içeri alır.
Yollar da giderek uzaklaşır… Giderek uzaklaşır.
Fahişeler terli kasıklarıyla sabaha uğurlanır,
kuşlar inkâr edilir, gökyüzü yağmalanır;
ben büyürüm bu kederle kalbim uslanır…
Ağla sömürgem!
Ağla ve kucakla kumral delikanlını.
Buralarda çatılmış bir tüfeğim böğrümde taflan kalır.
Şimdi Kızılay’da oturmuşum hasretin kancasında;
geçer zaman, geçer yıllar, günlere bir yeni hazan kalır…
Ağla sömürgem… Sen hep mağlup bir ağlayışta,
ben uzak susarım bu mağlubiyet için hep anlayışta.
Bak, çöpçüler bu geceyi de piç edip süpürdüler.
Ben ise haber değeri bile olmayan bir haykırışta,
özleminle hâlâ bir yakarışta…
Ağla, ben de ağlarım gözyaşlarım özlemine az kalır.
Buralarda nem var; nem varsa sende kalır!
Daha çağırırken beni,
anı bile kalmaya tenezzül etmeyen dağ dorukları,
sömürgem yaslar durur sesime kırgın ayrılıkları…
Ben gittim
ve yittim!
Oralarda usul usul talazlanan nehirlerde yaz kalır,
yaslarım günleri yüzüme gözyaşım beyaz kalır.
Burada yıllar küfürle uğurlanır.
Ben büyürüm içindeki haylaz çocuk uslanır…
Ve günler geçer, herkes gider, pistler boşalır;
sahnede bir kurtlar, bir ben bir klasik dans kalır.
Ağla sömürgem… Buralarda döne döne-
mem! Artık bir yeşile dolmasak da anılardan haz kalır.
Sen de bir zaman duyarsın
bir gün bir taze mezar kazılır:
A r d ı n d a b i r d a ğ ı n ı k g a z e l i l e, k ü l i l e
A n k a r a ’d a b i r ö l ü y ı l m a z k a l ı r…
Tekmil ufuklar kışladı
Dört yön, onaltı rüzgar
Ve yedi iklim beş kıta
Kar altındadır.
Kavuşmak ilmindeyiz bütün fasıllar
Ray, asfalt, şose, makadam
Benim sarp yolum, patikam
Toros, Anti-toros ve asi Fırat
Tütün, pamuk, buğday ovaları, çeltikler
Vatanım boylu boyunca
Kar altındadır.
Döğüşenler de var bu havalarda
El, ayak buz kesmiş, yürek cehennem
Ümit, öfkeli ve mahzun
Ümit, sapına kadar namuslu
Dağlara çekilmiş
Kar altındadır.
Şarkılar bilirim çiğ tutmuş
Resimler, heykeller, destanlar
Usta ellerin yapısı
Kolsuz, yarı çıplak Venüs
Trans-nonain sokağı
Garcia Lorca’nın mezarı,
Ve gözbebekleri Pierre Curie’nin
Kar altındadır.
Duvarları katı sabır taşından
Kar altındadır varoşlar,
Hasretim nazlıdır Ankara.
Dumanlı havayı kurt sevsin
Asfalttan yürüsün Aralık,
Sevmem, netameli aydır.
Bir başka ama bilemem
Bir kaçıncı bahara kalmıştır vuslat
Kalbim, bu zulümlü sevda,
Kar altındadır.
Gecekondularda hava bulanık puslu
Altındağ gökleri kümülüslü
Ekmeğe, aşka ve ömre
Küfeleriyle hükmeden
Ciğerleri küçük, elleri büyük
Nefesleri yetmez avuçlarına
-İlkokul çağında hepsi-
Kenar çocukları
Kar altındadır.
Hatıp Çay’ın öte yüzü ılıman
Bulvarlar çakırkeyf Yenişehir’de
Karanfil Sokağında gün açmış
Hikmetinden sual olunmaz değil
“mucip sebebin” bilirim
Ve “kafi delil” ortada…
Karanfil sokağında bir camlı bahçe
Camlı bahçe içre bir çini saksı
Bir dal süzülür mavide
Al – al bir yangın şarkısı,
Bakmayın saksıda boy verdiğine
Kökü Altındağ’da, İncesu’dadır.
Alçak İsrail donanmasının gemiyi taciz ettiği ilk andan itibaren başlamak istiyorum. Zira inanmazsınız, daha sonra gemidekilerle konuştuğumuzda da benimle aynı duygu ve düşüncede olduklarını öğrenecektim, o vakte kadar biz Ebubekir Kurban’ın güzeller güzeli kızlarının özenerek başörtüsü diktiği Barbie bebeklerin, Gazzeli çocuklara sağ salim ulaşacağından neredeyse hiç şüphe etmiyorduk. Hava güzeldi, kuzenimle 7-8 saatlik bir araba yolculuğu sonrası evde oturmuş Haneke’nin “Bilinmeyen Kod”unu izliyorduk. Neden sonra film bitti, internette (Twitter süper bir şey!) olan bitene uyandım. Kuzenime “haydi, İsrail konsolosluğuna gidiyoruz” dedim. Toparlanırken telefonuma mesaj atan ve benim kuzenime yapmış olduğum teklifin aynısını bana yapan arkadaşım Halid’i(Şimşek) ve onun arkadaşı Hakan’ı(Yılmaz) da arabayla alarak kalabalığa mütevazı bir katkıda bulunmak üzere karşıya, Levent’e geçtik.
Konsolosluğun önünde örgütlenmiş yaklaşık 200-300 kişilik bir kalabalık vardı. Kuzenim, kalabalığın arasından geçerken “hiç başı açık kadın yok” diye fısıldadı. Hayır, başı açık kadınlar vardı ve fakat onları o ufak kalabalığın arasından bile zar zor seçebiliyordunuz. Elbette pozitif ya da negatif bir ayrımcılık yapmak yerine, bu meseleye sahip çıkan kesime göndermede bulunduğumu hepiniz anlıyorsunuzdur. Tekbir, hutbe, tilavet, ezan derken; zaten başka gruplardan gelen vardı ise de, kalabalığı sayıca kuvvetlendirmekten gayrı bir şey yapamamıştır eminim. Çünkü bütün sloganlar İslam’ı refere ediyordu. Bu benim için sorun değildi, bana kalırsa güneş sisteminde olan biten her şey İslam’ı refere ediyordu. Lakin Abese’de lütfettiği gibi “dilediğine inandıran” Allah’ın belki o an için “dilemediği” yahut bitevi bir aydınlanma yaşatmadığı eşhasa(benim karanlığımdan hiç sormayın!) , susmaktan gayrı çare bırakmayan bir topluluktu oradakiler. Haklılardı, kardeşleri hakkında kaygılılardı, İsrail’e doğduklarından beri düşmanlardı, öfkeleri kontrol altına alınmaya değil kendini dışa vurmaya daha iştahlı gözüküyordu. Haliyle, vakit geçtikçe ve kalabalık güçlendikçe o belli belirsiz gördüğüm grupları da görememeye başladım.
Burada bir parantez açalım. Kimseye haksızlık yapmak istemiyorum. Filistin meselesini vakti zamanında kendi meselesi edinmiş ve gidip orada çatışmalar vermiş, türküler yakmış sol gruplar vardı, bilirsiniz. Ama bu meselede onların örgütlenememesini bir türlü anlayamadım. Elbette “İslamcı” arkadaşlarımızın bu duruma katkıları olmuştur. Ama inanmıyorum ki, mazlumun çektiği acıyı yüreğinden hisseden biri, samimiyetle oraya gelmiş olmasın. Birileri de gidip Amerikan konsolosluğunun önünde kusabilirdi içindekini mesela. Yahut konsolosluk şart mı ya, eskiden konsolosluk mu vardı! ? Bu süreçte “yeşil bayrak teröründen gemidekilere üzülemedik” diyen gruplara zerre hak vermiyorum. Yeşil bayrakları terörize bulabilirler, buna lafım yok. Ama insan olmaları, bu meseleye derinden üzülmelerine yetecekti. Mavi Marmara gemisindeki insanlar hangi inanca memur yahut mensup olurlarsa olsunlar, haksızlığa uğruyorlardı ve bu haksızlığa karşı durmak kime hizmet ederse etsin, bu durumdan kim nemalanırsa nemalansın, bir öncelik sonralık hesabına indirgenebilecek denli ucuz değildi, hiç değildi! 29 senelik hayatımda, yaşadığım bu olay, şahit olduğum en büyük turnusoldür. Neler neler okumadım, izlemedim, işitmedim ki! Meğer mazlumun bile bir dini, bir etnisitesi, bir cinsiyeti, bir bilmem nesi varmış. Müslüman mazlumlara, bir tek müslümanlar, diğerlerine diğerleri koştururmuş. Kahrolsun şovenist ahlakçılık!
Sonra tacizlerin, taciz olmaktan gayrı ilerlemediğini, “bu şerefsizler cesaret edemeyecekler” rahatlığıyla görüp, saat beşe doğru evin yolunu tuttuk. Eve geldiğimde son düşündüğümün ne kadar doğru olduğuna şahit oldum. Bunlar külliyen şerefsizdiler ve geminin Gazze’ye yanaşmasından ötürü dehşetengiz bir korkunun içinde, gemiye saldırmışlardı. Helikopter o geminin üstünden aşağı piçlerini dökmeye başladığı zaman, işte tam o zaman, “neden ben o gemide değilim” dedim. Asabım bozuldu, kendimi hiç olmadığım kadar çaresiz hissettim. Öyle bir duygu çöktü ki üstüme, o duygunun bertaraf olması için o gemide olmamdan gayrı çare yok!
Sabaha kadar uykusuz haber izledik. Öğlene doğru kısa bir süreliğine nasıl olmuşsa sızmışım. (Allah affetsin!)
Bütün dünya, canlı yayında, o alçak zalimlerin katliamına tanıklık ederken, ben içimdeki enerjiyi nasıl dönüştürebilirim diye durmadan sigara ve çay içiyordum. Mübalağasız, bu meseleye dair en kuvvetle hissettiğim duygu; çaresizlik! Ne yapabilirim diye kendimle konuşuyorum. Konuşmayı bırakın, kendimle düpedüz tartışıyor, yumruklaşıyor, hesaplaşıyorum. Yapılması gereken belli, hemen uçakların kalkması, gemilerin demir alması, ordunun izhar edilmesi gerekiyor. Ama ortalıkta bir sessizlik var ki, o sessizliğin içine bildiğiniz bilmediğiniz bütün küfürleri rahatlıkla sığdırabilirsiniz. Devlet başkanı da değiliz, ömrümüzce iktidarın bir parçası olmayı da becerememişiz. Bırakın bir parçası olmayı, kime iktidar yakıştırması yapılmışsa, elimizde ne varsa fırlatmışız, ağzımıza geleni saydırmışız. Dolayısı ile iktidarın bizi dikkate alması mümkün gözükmüyor. Ama olur da bir boşluğuna denk getiririz, Allah’ın işi belli mi olur, vicdana merhamete gelirler diye düşünerekten, reisi cumhura bir mektup yazdım. Çok güzel oluyor, siz de yazın. Cumhurbaşkanlığı sitesinde “Cumhurbaşkanına yazın” diye bir bölüm var, oraya bir şeyler yazıyorsunuz, asla cevap vermiyorlar. Siz de yazdığınızla kalıyorsunuz. Dostlarımın hayatından o denli büyük bir endişe içerisindeyim ki, ömrümce hiç yapmadığım bir şeyi yaparak mektuba “Şairim” diye başladım.
Burada biraz ahkâm kesmem gerekiyor. Bana ne vakit şairlik isnat edilmişse her defasında onu kuvvetle “estağfurullah”lamışımdır. Lakin burada, bir insanın şair oluşuyla yahut kendisine şairlik atfedişiyle ilgili ezber bozan bir durum var. Zira şair cümle kurarak anlayamadığı ve anlaşılamadığı için şiire sürgün edilir. Gündelik hayatın içerisinde geçen alelade cümleler onun bu dünya ile hesaplaşmasına yetmez çünkü. Bunu ilk olarak, cümleleri deforme ederek, sonra sonra metaforun dibine doğru çekimlenerek yapar. Yani şair, cümle kurmaktan kovulan adamdır, bakmayın bu kadar cümleyi peşi sıra yazdığıma, bu kelimelerin / cümlelerin hepsinden kovulmuş bir adamım ben. Uzun uzun anlatınca cinnet geçiriyorum! Şimdi reisi cumhura yazarken şair demem de ondan. Eflatun’un bizi kapıya koyduğu günden beri, devletle çekişir dururuz. Eflatun halt etmiş, o bizi kovmadı, biz istifa ettik!
Dostlarım için bir miktar alçaldığım cümleleri elbette keserek mektubu aşağı alıntılıyorum:
Kıymetli Reisicumhurum,
Ben…….(buraları bir dostum, akrabam görür diye ödüm patlıyor, nasıl alçalıyorum görmelisiniz.) …….. Bu sabah o gemide yaşananları seyrederken, Kerbela’da yaşananlar geldi aklıma. Yasin Suresi’nde geçen “onlara anlatsan da, anlatmasan da birdir, onlar inanmazlar.” ayeti ile birlikte düşündüğümde, bu insanlık dışı müdahalenin tüm zamanlara inen Kuran-ı Kerim’in ayetlerini bir kez daha (haşa) boşa çıkarmayan bir vesile olduğu kesin. Kerbela aklıma geldiğinde, Hz. Peygamberin ailesinin üstelik Hz. Peygamber için katlediliyor olmasından daha ağırı, bu olaya şahitlik edenlerin durumudur fikrimce. Zira, dua ederken hep böylesi ağır bir imtihanla sınanmanın korkusunu iletirim Rabbime. Bu öyle ağır bir imtihan ki, insanın sadece tarafını belirlemesi yetmiyor yaşananlara, belirlediği tarafı eksik bıraktıkları ile beslemesi de gerekiyor. Filistin hakkında konuşmaya başlayınca, bütün Müslüman âleminin nasıl da kolay taraf belirlediğini, tavrını ve tepkisini sahih ve refleks olarak nasıl kolayca ifade ettiğini görüyoruz. Ama kaçımız gördüklerimizin ötesine, tutunduklarımızın berisine düşmeyi göze alıyoruz diye düşünmekten kendimi alıkoyamıyorum. Şu basit zihnimde dolanan düşünceler, derinden duyduğum keder ile birleşince; bu çirkin duruma dair alacağımız tavır, ileride hepimizin sorgusunu zorlaştırır bir hale sokacak sanki bizi. Kerbela’ya tanıklık etmedim ama orada olsaydım nasıl davranırdım, neyi eksik yapardım korkusunu hala hissederim. Şimdi hepimizin tanıklık ettiği bir durum var. Bakınca herkesin tarafı belli ve fakat böylesi yüksek bir çoğunluğun sağlandığı bu yerde yapabileceklerimizin doğurduğu hareket neyi yerinden etmeye yetiyor ki! ? Zulme şahitlik ediyorum reisicumhurum. Gözlerim, şahitlik ettikçe yargılıyor bedenimi. Benim gücüm biraz yazmaktır, biraz şifa dağıtmaktır belki. İş bu mektup ile, Rabbime, hesap günü, az da olsa üzerime düşeni yaptım demek ister gibiyim. Her ne kadar yapsam da, yazsam da, tam tepemde işte acizliğim. Şahitlik mertebesinin tedirginliğini, bir de sizinle paylaşmayı istedim. Sürç-i lisan eylediysem, affola! Allah yar ve yardımcınız olsun.
Bu mektuptan sonra Bülent Arınç hemen bir açıklama yaparak sessizliği bozdu, Ahmet Davudoğlu olayı dehşetengiz bir şiddetle kınadı, başbakan Şili’den süratle yurda dönüş hazırlıkları yapmaya başladı. BM güvenlik konseyi toplandı, Davudoğlu onlara parmağını “efendi olun, alırım paçanızı aşağı” diye tehditkâr tehditkâr salladı, savaşa girdik gireceğiz yani! Gökyüzünde bir uçak sessizliği var. Mektubun etkisi dünyanın öbür ucuna ulaşmış, kaç dile çevrildiğini inanın ben bile bilmiyorum. En son şerefsiz Obama’nın bir danışmanı beni telefonla arayarak “şurada ne demek istiyorsunuz” diye bir soru sordu, Ah Muhsin Ünlü’nün “Ah o Gemide Ben De Olsaydım” adlı muazzam şiirini okudum ona, bir daha da aramadılar. O şiiri okuyunca ben de bir miktar dindim, rahatladım, içim dışıma çıktı. Tüm bu mektup meselesi için reisi cumhuruma teşekkür ederim, sözümüzün de varmış demek bir kıymeti.
Sonra Sadık Hoca’yı (Battal) aradım, sesi berbat geliyordu, “Hakan Abi’yi (Albayrak) , Ebubekir Abi’yi (Kurban, soyadı ile itibarı ile büyük tehlikede) sordum, “hemen atla gel! ” dedi ve telefonu yüzüme kapattı. Bu Haneke’nin filmi gibi bilinmeyen bir kod değil, Sadık Hoca’yı tanıyan herkes tarafından hemen anlaşılabilen bilinen bir koddu. Meali: Aksi bir durumun yeryüzünde gerçekleşmesini istemiyorum. Mealin Meali: Hala yaşamak istiyorsan, hemen gel! Hemen arabaya atlayıp, son sürat kuzenimle karşıya geçtim. Vardığımda Sadık Hoca dünyamızı terk etmiş ve Mavi Marmara gemisine atlamıştı bile. Ağzını bıçak açmıyordu ve onunla iletişime geçmek büyük risk almayı gerektiriyordu. Akşam oldu ve nihayet dostlarımızın sağ olduğu haberi geldi. Şehitlerimizin ve yaralılarımızın üzüntüsünden biraz sıyrılarak sevindik. (Allah affetsin!)
Ölüm tuhaf… Şehadet de olsa, en yakınına konduramıyorsun. Gerçi o gemiye binenler; şehit, gazi yahut sağlam, herkes kahraman. Zaten felsefi bir çöküş yaşıyorum, neden o gemide değilim diye, hayatıma dair kurduğum bütün planlar anlamlarını bir yerde boşaltmış. Düşünsenize, o gemiye bindiğiniz zaman hayatınızda yaptığınız her şey doğru oluveriyor. İster geminin bir köşesinde bulmaca çözün, ister Gazze Kafe’den bir çay söyleyin kendinize… Evet, bunu söylerken utanıyorum ama sevap sayacını gözümün önüne getirdim, o sayaç sanki bütün sevabı içine çekercesine müthiş bir hızla dönüyordu. Mavi Marmara gemisi Gazze’ye doğru ilerlerken, yeryüzünde aldırmamam gereken her şeyden sıyrıldım. Gemi ardında bıraktığı tufan ile yerle bir ediyordu dünyamızı. O göze güzel görünen, her şeyin yolunda olduğu yalanı sıyrıldıkça sıyrıldı tenimden. Tufan arzı inleten bir büyüklüğe kavuşuyor ve taş taş üstünde bırakmıyordu. Gemi’ye “Nuh’un Gemisi” adını yakıştırmam da tam bu vakte tekabül eder. Eylem dedikleri, demek böyle bir şey! Mavi Marmara gemisinin kurduğu cümleleri öğelerine ayırdınız mı hiç? Öznelerin, nesnelerin, yüklemlerin hepsi sanki cennetlik!
O gece, Ah Muhsin Ünlü aradı. Öfkeliydi, benim hissettiklerimin aynısını hissetmiş ve ne yapmamız gerektiğini soruyordu. Böyle diyordu ama bir şeyler yapmaya başlamıştı bile o. Bana şiirinin ilk dört mısrasını okudu. “Çok mu sert olmuş? ” diye sordu. “Vallaha serinledim, müzik gibi geldi kulağıma” diye yanıt verdim. Hakikaten muazzam bir şiirdi, ritmi-müzikalitesi ve taşıdığı duygu ile dünyada mühim bir boşluğun karşılığı idi. İşte o karşılığı olduğu, doldurduğu boşluk yüzünden doğdu o şiir. O şiirin verdiği şiddet ve rahatsızlık duygusunun, bizim içimizdeki ile asla yarışamayacağı hususunda hemfikir olarak telefonları dua ile kapattık.
Bir sonraki günün akşamı Gökdemir İhsan ve Samed Karagöz ile birlikte İHH’ya gittik. Bu süreç boyunca Sadık Hoca, Onur, Gökdemir ile durmaksızın irtibat halindeydik zaten. Hele Gökdemir ile siyam ikizleri gibi dolaşıyorduk. İHH’ya gitmemizin sebebi ise, elbette gemisiz kalmışlığımızdı. Mavi Marmara gemisi ile irtibatımız kopmuş, yolcuların İsrail zindanlarına atıldığı haberi geliyordu. Orada İHH başkan yardımcısı Yavuz Bey ile görüştük. Planımız şuydu, Akdeniz’i bir insan gölüne çevirmek! Bunun için de yüzlerce balıkçı teknesine atlayarak, Gazze’ye piknik yapmaya gitmek istediğimizi ilettik. Allah razı olsun, Yavuz Bey de, Rachel Corrie gemisinin 3 gün sonra Girit’e ulaşacağını ve kendisinin de o gemiye nasıl binebilirim hesabını yaptığını bize ilettiğinde, büsbütün çıldırdık. Zira, bizim gibi gemisiz binlerce mağdur vardı. Ama şahadet hevesi adamı öyle ele geçirmiş ki, dönüp arkasına bakmadan cennete gitmek istiyor. Neyse, bizi nasıl olduysa ciddiye aldılar, yarın akşam gelin görüşelim, bağlantıları yapalım, gidip esirlerimizi alalım dediler. Bizi ciddiye almalarının sebebi ise, “biz Hakan Albayrak’ın vekaleti ile geldik! ” dememizdi.
Burada da bir parantez açalım. Hakan Abi buradayken bizim keyfimiz yerindeydi. Herkes evinde oturmuş çayını içiyor, muhabbetini yapıyordu. Çünkü sağ olsun kendisi bizim için de dünyayı dolaşıyordu ve yeri geldiği zaman bizi göreve çağıracağından hiç şüphemiz yoktu. Ama mübarek, gemiye bütün ekibini doldurmuş. Organize olmaya çalışıyoruz, tanıdığımız bütün adamlar gemide! Bir Sadık Battal var, o da Hakan Abi’den dolayı iptal! Nihat Abi’yi (Nasır) aramazsam İHH ile bağlantı bile kuramayacaktık. O denli dezorganize, bir başına kalmış gibi hissettik yani. Bu yazdıklarımı, bizzat uçaktan indikleri sabah Hakan Abi’ye ilettik, inşallah bir dahakine birileri burada kalacak. Bir dahaki olursa kimin kalacağı da derin muamma. İlan falan vermek lazım.
Bu esnada televizyon kanallarında, gazete sütunlarında ak ile kara belli oluyor tabi. Milletler, yazarlar, sanatçılar, gazeteciler, o devasa turnusolün üzerinde nasıl renk veriyorlar, görmelisiniz! Ahlaklı avlayan, ahlaksız ayıklayan bir hale düştük. Kim bizim adamımız, kim adam gibi adam, kim bizden, kim değil, her şey ayyuka çıktı. Gerçi takkenin düşüşü sonrası ortalığı bu kadar kelin dolduracağını düşünmezdik ama maalesef öyle oldu. El insaf! Memlekette ne vicdansız adamlar varmış. Daha kardeşlerimiz için üzülmeden, konu bu işten kimin nemalanacağı meselesine geldi. Mazlumu bir kenara bırakıp, “biz Hamas’ın sözcülüğünü yapmayız! ” dediler. Hakkın rahmetine en güzel biçimde kavuşan şehitlerimizi boşverip, “Bu iş iktidarın oyunu! ” demeye varana değin komplo teorisyenleri kaynıyordu ortalık. “Ben savaşmak istemiyorum, altım kuru, keyfim yerinde! ” diye yazan-söyleyen bile oldu. Ayıp! Ayıp!
Meseleye dair en inanılası komplo, İskenderun’da patlayan PKK saldırısı idi. İnanılası, zira dünyadaki bütün puştlukların İsrail menşeili olduğuna otomatikman inanıyoruz. Allah o güzeller güzeli şahitlerimize de gani gani rahmet eylesin, yakınlarına kuvvet/sabır diliyoruz.
Bir sonraki gün diplomasi ve kapalı kapılar ardında yapılan pazarlıklar sonrası, devlet esirlerimizin serbest bırakılacağı müjdesini verdi. İçimize su serpildi. Hakan Abi’nin döneceği haberi, bizim tekrar muhabbetle çay içeceğimizin müjdesiydi. Dolayısıyla bizim Akdeniz’e dökeceğimiz yüzlerce balıkçı teknesi projemiz ertelenmiş oldu.
Akşam olunca Taksim Meydanı’na geldik. Kahramanlarımızın uçağını bekliyorduk. Öncelikle yaralılar Ankara’ya indi. Sonrasında sanki bilerek geciktirilen uçak, sabaha karşı yola koyuldu. Taksim Meydanı’ndaki kalabalık ile ilk gün ve sonraki günlerde İsrail Konsolosluğu önünde biriken kalabalık arasında hiçbir fark yoktu. Uçak gecikince kalabalık dağıldı. Bir miktar bekleyip, Gökdemir ve birkaç arkadaş havaalanına hareket ettik. Birkaç saatlik beklemeden sonra, İHH başkanı Bülent Yıldırım geldi ve muazzam bir konuşma yaptı. İnanılmaz bir konuşmaydı bence. Dünyanın kendisinden öğreneceği çok şey var. Dünyanın ve dahi kendi kalabalığının… Böylesi mukavemetle örülen bir ahlak anlayışı, böylesi bir paklık, güzellik… Kendi kalabalığının sloganlarını tashih ederken dahi, her tarafından merhamet taşıyordu. Allah razı olsun!
Biz konuk evinin önünde bekleyeduralım, meğer bizim dostlarımızı adli tıp kurumuna götürmüşler. Biz de atladık arabaya, gittik. Türk usulü, arabaya 8 kişi falan bindik. Kurumun önüne gelince, hekim kimliğimi gösterip polis bariyerini aştım ve inanmazsınız belki tam yarım saat koşar bir tempo ile gemi kalabalığı arasında dostlarımı aradım. Sadık Battal ile ilk bulduğumuz Ebubekir Kurban oldu. Kurban olduğum ağabeyim, oturmuş yemeğini yiyordu, yorgundu, mutluydu, sıkıca sarıldık. Sonra Bahadır İslam’ın nur yüzüyle aydınlandık, o mütevazı haliyle bizi yaktı eritti. Lakin Hakan Abi hala yok. Yahya’yı bulduk, Samet’le görüştük, kucaklaştık ama Hakan Abi hala yok. Anons falan yaptırdık, gelen kimse yok. Ebubekir Abi ile beraber, zalimlerin dağıttığı, içini boşalttığı, tam kendilerinden beklendiği gibi bıraktığı valizlerin arasında bomboş olan çantasını arayıp, bulduk. Dönerken Hakan Abi ile karşılaştık ve hasret sona erdi.
Hızla dışarı çıkıldı, çaylar içildi, sigaralar yakıldı, sıcacık muhabbetler edildi, buruklukla karışık bir sevinçle onlar anlattı, biz dinledik. Onları dinlerken herkesin diline pelesenk ettiği ve yiğit bir cengâver gibi savaşan Sinan Abi (Albayrak) ile de karşılaştık. Çiçeği burnunda eşi Başak Daşman ile ilk kez orada tanıştık. Meğer geminin demir almasından bir gün önce kıyılmış nikâhları. Sinan Abi, Mavi Marmara için “balayı” sözcüğünü kullandı, bilmem anlatabiliyor muyum! ?
Sadık Battal, Peygamber efendimizin şehre Hz. Ali’nin(yani en güvendiği kişinin) evinden girip, oradan çıktığını söylerken, elbette Hakan Albayrak ile dostluğunu işaret eder her defasında. Dolayısı ile, hep beraber Sadık Battal’ın evine, kahvaltıya geçildi. Sadık Hoca, kardeşi için günlerdir biriktirdiği gazeteleri getirdi. Hepimiz, dünyada artık geri dönüşsüz izler bırakan bu büyük devrimin nasıl yankılandığını heyecanla anlattık. Mavi Marmara’dan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Gözlerindeki parıltıyı görmenizi isterdim. Daha sonra Ebubekir Abi, gemiye ilk bindiği andan başlayıp uçaktan indiği ana kadar bize nakletti. Onları da geminin içindekilerden biri yazacaktır elbette. Hakan Abi, biraz dinlenmek üzere odasına çekildi. Dostlara kavuşmuş olduğumuzdan ötürü mesut, şehitlerimiz ve yaralılarımızdan ötürü buruk, cenaze namazına geçildi. Namaz öncesi Sadık Hoca, Hakan Abi’yi uyandırmamı istedi. Bu uyandırma işlemini anlatmakta, Türkçenin yahut başka bir lisanın bize böyle düz cümleler arasında yardımı olacağını pek zannetmiyorum, yazılacak ayrı bir şiirin konusudur.
Şehitlerimizi son yolculuğuna uğurlarken, onların berrak kanının Akdeniz’e döküldüğünü ve Mavi Marmara devriminin en büyük kahramanları olduğunu bir kez daha duyumsadık. Onlar için dökülen gözyaşları, devrim şarkılarıyla iç içe geçti.
Aynı gün namaz sonrası, Murat Menteş-Samed Karagöz-Gökdemir İhsan’ın önayak olduğu bir basın toplantısı düzenlendi. Baştan beri Gökdemir ile veryansın ettiğimiz mevzu, gemiye sadece İslami kesimin sahip çıktığı görüntüsüydü. Meseleyi “yeşil bayrak terörü”ne indirgeyenler için bir gökkuşağı kurmak fikri zaten hâsıl olmuştu. Yani her renkten bayrağın, tıpkı Mavi Marmara gemisinde olduğu gibi buluştuğu ortak bir ses! Bunun için çeşitli inançlardan/renklerden insanlar Murat Menteş’in yazdığı yumruk gibi bir metnin altına “suçluyoruz” diye imza attılar. Ondan önce Afili Filintalar sitesinde zuhur eden imza kampanyası, sonrasında müstakil bir hal aldı ve binlerce kişinin altına imza attığı çok dilli bir internet sitesine dönüştü.
Dünya hala Mavi Marmara’nın yarattığı depremle meşgul. İsrail, Gazze’deki ablukayı hafifletti bile. Mısır kapılarını açtı. Ama bu kadarının yetmeyeceğini hepimiz adımız gibi biliyoruz. Bütün milletler, yavaş yavaş tarafını belirlemeye başlıyor. Mavi Marmara, bu seçimi onlara dayattı. Biz, yani zaferle müjdelenmişler, şehitlerimizin kanını yerde koymayacak olan O en büyük Muntakim’in, bize binilecek yeni gemiler nasip etmesi için dualar ediyoruz. Mavi Marmara gemisinin bütün kahramanlarından Allah razı olsun. Bu tarihi bir yerlere not etmeli, dünyada yeni bir devir başlıyor. Bir milat! Ele geçirdikleri bütün silahları denize atan yüz binlerce geminin, Gazze’ye, yani insanlığın, vicdanın ve merhametin merkezine doğru yol aldıklarını görür gibiyim. Devrimimiz hayırlı olsun!
* İhtiyar Dergisi’nde yayımlanmıştır.
Sevgilim kimsesizliğiyle övünmesin ellerim
efkar dağıtalım bu akşam
kabuklu meyvalar al
içkimize arkadaş olsunlar
şu cırlak satıcıdan
içimde titreşen suları alıp sakla
ağaçların ve gökyüzünün hamağında
labirentleri boş kalsın biraz ülkemin
Ankara kalesinden seyrederken kenar mahalleleri
kibrit kutusu evlerde konuk olup
radyasyonlu Karadeniz çayları içmeliyim
gecekondu sakinleri
bu akşamlık affetsinler bizi
Güney Afrika madenlerinde
kurşuna dizilen işçilerin
Filistin’de katledilen dostların
hoşgörüsüne sığınalım bu akşam.
Niçin sevilir bir kent
Ekmeği suyu insanı için mi
Yoksa uğultusundaki
o sürekli derinlere kaçan
eskil renkten mi
Yoksa gizlediği için mi
suçlarımızı
gökyüzünden kırlardan
Niçin sevilir bir kent
Bilmem ki.
Ama artık zamanı geldi
İtiraf etmeliyim
Seviyorum bu kenti ben de
Bir kadını sever gibi.
İçim içimi yiyor kimi zaman
Kızıyorum gördükçe hafifliklerini
Ama çıkıp baktığımda tepelerinde aşağılara
İnip yitirdiğimde kendimi
o buğulu sokaklarında
Anlıyorum onsuz edemeyeceğimi
Niçin sevilir bir kadın
Bilmem ki.
Ankara
Ey aziz kentim benim
Bana kimliğimi kişiliğimi verdin
Zor günlerde sen emzirdin
yetim şiirlerimi
Ey güzeller güzeli
Mustafa Kemal’in gelini.
Göğe atılırken taş kesilmiş
Çift başlı bir Hitit kartalı gibi
Bakarken Anadolu’ya
Asıldım ayaklarına
Boynumda Midas’ın armağanı
Gümüş bir gemi çapasıyla
Dolaşıp duruyorum
Ay ağılı dolamlı
Düş çanağında.
Çocukluktan gençliğe geçmeye çalıştığım dönemlerde yazarlık hayalleriyle dolu olduğumu gören babam, ‘Yanağını cama yapıştırıp, evin çaprazındaki caminin şerefesinde iftar zamanını haber veren ışıkların yanmasını, ışıklar yanar yanmaz bunu bağırarak haber verdiğinde büyüklerin aferinini almak için heyecanla bekleyen bir çocuğu anlatabilir misin’ demişti.
Yaklaşık kırk yıldan beri o çocuk aklımdadır.
Hálá o sahneyi ve o çocuğu en iyi biçimde nasıl anlatacağımı bulamadım.
Ama bu görüntü benim yazarlık temrinlerimden biri oldu.
Babamın kendi çocukluğunun anılarının arasından çıkartıp bana yazı ödevi olarak verdiği sahneye kendi çocukluğumun anıları da eklendi.
Evimizin hemen karşısındaki küçük cami.
Ramazan geceleri mahallenin çocuklarıyla birlikte gittiğimiz teravih namazları, camideki büyüklerin bize başka zamanlarda pek de göstermedikleri bir şefkati göstermeleri, hálá çocuk aklımla ezberlediğim biçimde söylediğim ‘allah umme salli ala’nın muhteşem melodisiyle dalgalar gibi kabaran o tuhaf coşku, namaz çıkışında hissettiğimiz o ağırbaşlı memnuniyet…
Sahur vakti sıcak yataktan gözlerim yarı kapalı kalkıp sobası yakılmış salonda hazırlanmış sofraya oturuşum, galiba sadece ramazanlarda yapılan o yumurtaya bulanmış ekmek kızartmaları, demli çay, beni sevgiyle ve gururla bağrına bastığını düşündüğüm büyük bir kalabalığın parçası olmanın güveni ve sonsuz bir huzur.
Allah’ı çok sevmiştim.
Ondan benim anlamadığım kelimelerle söz ediyorlardı ama o benim için, beni sevmesini istediğim temiz yüzlü yaşlı bir dedeydi, oruç tuttuğum zamanlarda bana gülümsediğini düşünürdüm.
Doğrusu ya ondan pek korkmazdım.
Ama beni sevmesini isterdim.
İlk kez okulda din hocası cehennemi uzun uzadıya bütün korkunçluğuyla anlattığında dehşete düşmüştüm, benim teravih namazlarında, iftarlarda, sahurlarda hissettiklerimle hocanın anlattıkları hiç birbirine benzemiyordu.
O, beni çok korkutan, bana çok uzak, çok mesafeli, çok gazaplı, benim çocuk aklımın kavrayamayacağı çok ürkütücü bir güçten bahsediyordu.
Biz dede-torun değildik.
Beni sevmiyordu.
Kötü bir şey yaparsam beni ateşlerin içine atacak, beni yakacak, bana acılar çektirecekti.
Ben ona hiç böyle şeyler yapmazdım ki, ben onun için hiç böyle cezalar düşünmezdim ki, ben onu seviyordum, o niye beni ateşlerin içine atmak istiyordu.
Çok korktuğumu, çok üzüldüğümü hatırlıyorum.
Bir daha uzun yıllar camiye gitmedim.
Din hocası benim çocukluk dünyamın en huzurlu hayalini, o soğuk yatakhanelerde uyumadan önce dua edip kendisine gülümsediğim, herkes bana yaramazlık yaptım diye kızdığında kendisine sığındığım ‘yakınımı’ benden koparmıştı.
Sonra büyüdüm.
İnanmanın huzurundan aklın huzursuzluğuna geçtim.
O çocukluk dönemimden sonra bir daha hiç dindar olmadım, oruç tutmadım, dua etmedim, namaz kılmadım.
Lise yıllarında karşımdakinin inançlarına hiç aldırmaz, herkesin korktuğu bir güçten korkmamanın tuhaf lezzetiyle diğer çocuklarla kıyasıya tartışırdım, onlar Tanrı’nın varlığını kanıtlamaya çalışırlardı ben yokluğunu.
Küçük bir çocukken inanmayı ne kadar sevdiysem, ilk gençliğimde de inanmamayı o kadar sevdim.
Başkaldırmanın müthiş cazibesine kapılmıştım.
Hayatın zıpkınlı acılarından beni koruyacak bir güç yoktu artık, her acı doğrudan tenime yapışıyor, o acıları taşımakta ilahi bir güç bana yardımcı olmuyordu.
Yirmili yaşlarımda Ankara’da bir işçi kooperatifinde karımla birlikte epeyce sıkıntılar çekerek yaşarken komşularımız olan bir ‘inançlı insanlar’ grubuyla karşılaşmıştık.
Gerçekten çok hoş insanlardı, yumuşaktılar, hoşgörülüydüler, benim gençlik saygısızlıklarımı kibar bir sabırla karşılıyorlardı.
Aralarından bir tanesi eski bir kabadayıydı, iriyarı, güçlü kuvvetli bir adamdı, epey kavgaya karışmış, günahın her türlüsüne batıp çıkmıştı, sonra ‘inancı’ bulmuştu.
Beni sessizce dinler, ben sözümü bitirince ‘Ahmet, kardeşim’ diye başlardı lafa, beni ‘doğru yola’ getirmek için uğraşırdı.
Dini korkuyla değil sevgiyle anlatırdı.
Zor günlerdi, babam hapisteydi, kız kardeşim hastaydı, karım hamileydi, beş kuruş para yoktu, bir yayınevinin zemin katında düzeltmen olarak çalışıyor, kazandığım paranın çoğunu kiraya veriyordum.
O sırada hayatımdaki en iyi şey o dindar insanlardı.
Dindarları sevdim.
İnançlarını paylaşmadım ama onlara ve inançlarına imrendim.
Bana çocukluğumu, teravih namazlarını, sahurları, iftar sofralarını, huzuru hatırlatıyorlardı.
Öfkeli değillerdi, çıkarcı değillerdi, haramdan ölesiye korkuyorlardı, muhtaçlara yardım ediyorlardı, inançlarıyla böbürlenmiyorlar, dini bir gösterişe döndürmüyorlardı.
Onlara saygı göstermeyi öğrendim.
Kendi inançsızlığımla onları kırmamaya özen gösterdim.
Zor günlerde bir ‘inançsıza’ bağışladıkları dostluğu hiç unutmadım.
Din hakkında düşünmeye başladım, ‘din bir afyondur’ ezberinden ‘din nedir’ sorusuna geçtim, insanların ve toplumların hayatında dinin yerini merak ettim.
Gerçek bir dindarla, bir müminle, dini gösterişli bir rozet gibi yakasına takanlar arasındaki farkı gördüm.
İçinde bir vahşetle, bencillikle hatta kötülükle doğan ve ölüm gibi karanlık bir yok oluşla varlıkları sona eren insanların gelişiminde, yaşama gücü buluşunda, ahlakı yaratışında, vahşetini sınırlayışında dinin çok önemli kültürel bir değer olduğunu fark ettim.
Dindar olmadım, inançlı olmadım.
Hálá da değilim.
Hiçbir zaman da olmayacağım herhalde.
Ama din fikrini, gerçek dindarları seviyorum.
Tanrı’yla ilişkim ise anlatılması çok zor çelişkilerle dolu.
Varlığına inanmıyorum ama o varmış gibi hissetmekten hoşlanıyorum, annemin mezarına gittiğimde dua etmiyorum ama annemi ‘ona’ emanet ediyorum.
Artık ne ölümden ne de ölümden sonrasından korkuyorum ama öldükten sonra sevecen bir ışıkla karşılaşıp yaramazlık yapmış küçük bir çocuk gibi ona sığınıp gülümseyeceğimi aklımdan geçiriyorum.
Din hocası cehennemi anlatana kadar süren kuvvetli bir inanca dayalı ‘ilişkim’ şimdi bir başka biçimde sürüyor, onun adına yeryüzünde cehennemi yaratanları, onun adıyla gösteriş yapanları, onun adına benim gibi ‘inançsızlara’ öfkelenenleri, onun adını sadece insanları korkutmak için kullananları ‘onunla’ arama sokmuyorum.
Tanrı’dan bir beklentim yok.
Ona duyduğum sevginin, eğer o varsa, bir beklentiden ya da bir korkudan kaynaklanmadığını o biliyor.
Günahkar olduğumu da, babasının sevgisine sığınan biraz şımarık bir evlat gibi bu günahları işlemeye devam edeceğimi de.
Din adına dehşet salanlar ne derlerse desinler, başkaları için kötülük düşünmeyenleri onun affedeceğine inancım tam, benim tanrım her şeyden önce ‘başkaları için kötülük düşündün mü’ diye soracak bir tanrı.
Başkaları için kötülük düşünmezsem, onun varlığına inanmasam bile beni affedeceğini sanıyorum.
Affetmezse de gücenmeyeceğim.
Çocukluğumda tuttuğum oruçların, oturduğum iftar sofralarının huzurunu hiç unutmadım.
Bugün, bir tek kez öyle bir huzurla iftar yapabilmek isterdim.
O huzuru hissedenler, dilerim, o huzuru gereksiz öfkelerle bozmazlar.
Ben bir daha o huzuru bulamayacağım.
Ama, ‘yanağını dışarının soğuğunu hissederek cama dayayıp, evin çaprazındaki caminin ışıklarının yanmasını bekleyen’ çocuğu anlatmayı hep deneyeceğim.
Sanırım bunu hiçbir zaman tam da beceremeyeceğim.
parçalanmış bir aynada
nakışları esmer bir yüz
yansısını görüyorum
perçemleri akdenizli
bakışlatı simli sündüs
parçalanmış bir aynada.
ah! benim bu deliliğim
ıssız bir ada arıyor
yanaşıp çıkınca, şaşkın
dolaşmış çok önceleri
yabanıl ayak izleri
ah! yazık orda binlerce.
titrek bir mum ışığında
yeniden sarsak yüreğim
asla anmayacak aşkı
bir kez daha yapmayacak
yine çarpıp kayalara
su almakta, su almakta
batmaktadır köhne kalyon
yıldızları sönmüş gece.
bir yaz günü oldu bunlar
gri yağmurlar yağıyordu
çekildi bütün kılıçlar
ben bir yanda rakip hayat
denizse köpürdüyordu
ve şarkılar söylüyordu
alabildiğince bir siren
ölmemi istemiyordu.
ne parçalanmış bir ayna
ne mum ışığı kalacak
birazdan gün ağaracak
her gece yeni bir düello
her sabah yeni bir ölüm
hepsi bu şiire sığacak.
20 Temmuz 1992
Ankara
biliyorum bunu, gideceksin
gideceksin yine yakında
seni artık hep uzak şehirler
anacak
en son okuduğum
romandaki
kahraman da, santiago’da
sisli bir kasımdı, belki
ankara’da.
ya da güzel bir mayıs günü
ve ben yazıyormuşum bu romanı
oturmuş
bir gürgen
ağacının
altında.
ne cepheye giden
savaş trenleri olurdu
ne bir dilim kurumuş ekmek
ne ayrılık ne ölüm.
mor menekşeden aşklar
bir avuç bulut, dünyada.
her bahar ilk işimdin
sana yağmur getirirdim
güvercin
kanatlı mektuplarda
yasak kitaplarda, yasak
anılarda, tozlu tavan aralarında
sararmayan.
yorgun yaşamaklar gibi
örümceklenip, yasak aşklar
gibi tavan aralarında.
gökyüzüne
ve sevgilim
kendine
iyi bak
hani nerde
o kayan parlak yıldız, mavi taslak.
giderken kazağını unutma sakın
ölüler de üşür, ölüler de.
son konuşmamız bu, güz geldi
düştü yaprak.
kasım’81
keklik serer palazını tenha kayalıklara
uçurur korkusunu
kara diken savurur tohumunu
kurtulur korkusundan
orda bir dağ
orda bir taş
bir pınar
dağ ardında
taş ardında
pınarlı bir kara mavzer
bıyıkları kartallıda
başı yağlıklı
durur dimdik
bakar dimdik
bakar barışlı
bir güvercin pır pır eder ucunda namlusunun
‘tutam yar elinden tutam
çıkam dağlara dağlara! ‘
koçero hep
durur orda
dağlarda
ben türkçe anlatamam
o Kürtçe anlatamaz
Farsça çıkmaz doruklara
koçero hep
durur orda
dağlarda
ey elleri mis kokulu sabunlarla kurtulan beyler
şimdi siz
içebilir misiniz kendi sıcak kanınızı altun taslarda
geçirebilir misiniz şu yağlı ipi
kendi güzel ellerinizle
o güzel boynunuza
ve şakıyormuşçasına kafeste kanaryanız
bakıp bakıp zindanlı akşamlara
yudumlayabilir misiniz soğutulmuş içkinizi?
dolaşıyor akşam yelinin büyücü parmakları
Çankaya’nın genç irisi kavaklarının gümüşlü yapraklarında
önce yaprak
sonra dal
sonra dallar ipil ipil
küme küme kavakları Çankaya sırtlarının
çalar gibi bir gizli piyanoda
sonsuzluğun şarkısını
ve saksıda soluk alan belki de bir camgüzeli
bir fesleğen
bir kaktüs
tutuşurken ormanlar oylum oylum
savrulurken kül ve kerpiç
rüzgarda!
ey elleri mis kokulu sabunlarla kurtulan beyler
almış kanlı gömleğini nere gider bu türkü
sarınmış kıl şalvara
nerden gelir bu ağıt?
yığdım kitapları dağ dağ
çağırdım nemrutu karanlığıma
bir kucak yeşil yoncayla geldi nemrut
öptü ıslak gözlerini aç öküzümün
gocunmayın güzel beyler
hanımlar
alınıp incinmeyin
silah silah çatmayın o güzel kaşlarınızı
imdatlara saldırmayın
basmayın düğmelere
yürekleri hoplatmayın
güzel beyler
hanımlar
zor ve çetin bir ağıttır koçero
bir gelin ağlar onu
ben ağlayamam
bıyıkları çengel çengel
bir kardaş ağlar
acılı bir bacı ağlar
bağrı yanık bir ana
ben ağlıyamam!
ince bir ay batar gider karadağın ardında
dolanır kerpiç damı ince bir rüzgar
irkiltir bir gece kuşu
osmanlı karakollarının duvarlarını
bir elinde kanlı mendil
bir elinde kara mavzer
kimse bilmez nerde nasıl
taptaze bir
sımsıcak bir
gencecik bir ölüdür o
bir selamdır sımsıcak
varamamış dostuna
varamamış koçero
‘leb-i derya’ şu saltanat
şu konaklar şu saraylar şu köşkler
bu bereket bu bolluk
bu çılgınca hovardalık
gocunmayın güzel beyler
hanımlar
alınıp incinmeyin!
kırk bin köyden birer kişi
göçüyor kırk bin kişi
kırk bin köyden onar kişi
göçüyor yarım milyon
ya ellişer yüzer kişi?
göçüyor milyon milyon
vatanda vatan
güzel beyler
hanımlar
kusuyor bütün köyler insanlarını
kusuyor kasabalar
baştanbaşa bütün ülke
kusuyor insanını!
bu eziklik
bu hırçınlık
güzel beyler
hanımlar
bu sınırsız tedirginlik
acaba nerede biter?
nasıl başlar acaba
şenlikli günleri bu toprakların?
bulacak bir gün elbet
yatağını bu nehir
durulup dinginleşecek
birgün elbet bu nehir
ve çocuklar oynaşacak mutlu çocuklar
anacan sularında bu mutlu nehrin!
koçero bir dağ çekirgesinin gecede irkilmesidir
bir belirsiz karanlıktan
bir belirsiz karanlığa
irkilip uçmasıdır
bir dağ çekirgesinin
bir kurdun kaçmasıdır kendi karaltısından
yamaçtan bir taşın yuvarlanması
bir pınarın durup durup akması
bir çift gözün karanlığa bakması
şimşeklerin uzak uzak çakmasıdır dağlarda
bir mavzerin yanlışlıkla patlamasıdır
bir geyiktir koçero
sekerken taştan taşa kırılmış bilekleri
tırnakları kekik nane ve menekşe kokulu
tırnakları rüzgarlı
suçsuz bir geyik
avcılar yakalarsa mezedir eti
köpekler kovalarsa diş kirasıdır
bir okul piyesidir koçero
açış konuşmalıdır ve halaylı türkülüdür
müsamere derler adına oralarda
kaymakamlı savcılı ve çavuşludur
biletlidir ve yoksullar yararınadır
festivaldir sosyetede
modada son buluşlar
en taze ilişkiler
gürültülü boşanmalar
gürültülü birleşmeler
hele bir de balesi ve operası
‘ey vatan’ aryası bir de
saygıdeğer prensesin saygıdeğer oynaşının
ardından telli sazlar
ardından yaylı sazlar
ardından vurmalılar
çekmeliler ve üfürmeliler
ardından ‘kuğu gölü’ ardından ‘fındık kıran’
hemencecik candarmalar
ve ardından ‘haydutlar’ı siller’in
köroğlu’nun narası:
‘yine de hey hey! ‘
ve ardından
çocukları gülmekten kırıp geçiren
çağdaş banka reklamları!
candarmalar geçirince kelepçeyi zinciri
bileklerine karıncanın
poz verince bir fukara karınca
en komprador basın aynalarına
aşka gelir kompütürler
aşka gelir telefonlar telsizler
ve doyum noktasına
sosyete ninni!
o zaman işte çelenk
o zaman işte tören
alkış
bando
ve rap rap
donanır bayraklarla bankalar sigortalar
ve uygunsuz işyerleri bilcümle
ve kadehler
kadehler ki ses verir yıldızlardan!
gocunmayın güzel beyler
hanımlar
alınıp incinmeyin!
koçero bir oyundur
yazılır
yazılır
bitmez
koçero bir oyundur
oynanır
oynanır
bitmez
vurur onu jandarma
vurur onu candarma
durmadan vurur
ama o bitmez
o hep durur öyle orda
bıyıkları kartallıda
göğsü çapraz fişeklikli
gözleri beş yaşında
kolları nuh nebi’den
bir elinde kanlı mendil
bir elinde kara mavzer
pır pır eder bir güvercin
ucunda namlusunun
o hep öyle durur orda
taş ardında
rüzgarda!
muhtara sorarsanız
bizim serseri veli
marabaya sorarsanız
işini bilmemiş deli
köylüye sorarsanız
ekmeksiz garibin teki
çocuklara sorarsanız
yüce dağlar aslanı aslan koçero
kimsesize sorarsanız
hükümet bilir onu
candarmaya sorarsanız
devletin dağlarda silah çatması
vurguncuya sorarsanız
yol kesici yağmacı
soyguncuya sorarsanız
devletin acizliği
sağcıya sorarsanız
siktiret pezevengi
solcuya sorarsanız
‘ferman padişahın dağlar bizimdir’
İstanbullu inanır ki
boğazda kaşalottur
Ankaralı sanır ki
temele dinamittir
İzmirlinin düşlerinde
şaşkın köpek balığı
Antalyalı her gece
gergedan görür düşünde
Erzurum’da kol başıdır
Erzincan’da deli daysak
pir sultan yoldaşıdır Sivas’ta
bir ‘kılıcı kanlı’ Van’da
Mardin’de bir
gözü kanlı kaçakçı
ah koçero
vah koçero
koçero eyvah!
gocunmayın güzel beyler
hanımlar
alınıp incinmeyin!
patron gazetelerinde yüksek tirajdır koçero
hükümet programlarında bir ‘nakl-i yekun’
kapitalist dış basında nobel’lik bir roman
politik sürtüşmelerde bir yılan hikayesi
diplomata sorarsanız
turistik bir serüven
kaymakama sorarsanız
‘ahval-i adiye’den
sosyeteye sorarsanız
eğlenceli bir briç
sorarsanız bezirgan filimciye
gişelik bir senaryo
sorarsanız bürokrata
Atatürk’ün gardrobuna
tükürmüş biri
hümaniste sorarsanız
Fransızca bilmeyen
montenyi’den anlamayan
mitologya tragedya
hümanizma helenizma
hiçbirinden çakmayan
bir yörüktür koçero!
ne anlar rönesanstan
ne anlar restorasyondan?
bir bazlama
bir uçkur
üç telli bir zımbırtıdır koçero!
sanki sırası mıydı dağlara tırmanmanın
demokratik tragedyayı uçuklatmanın
sanki sırası mıydı!
müfrezeler yürümüş dağ dağ
ve dere dere
kesmiş geçitleri korkunun silahları
bir tükenmez sermayedir koçero
haksız yönetimlere!
gocunmayın güzel beyler
hanımlar
alınıp incinmeyin
silah silah çatmayın o güzel kaşlarınızı
koşturmayın şifreleri
telefonları
basar gibi tuz yarama
basmayın düğmelere
yürekleri hoplatmayın
güzel beyler
hanımlar
paralar girsin diyedir kalantor kasalara
toprak sömürülsün diyedir orta çağlarda
ışıksız kalsın diyedir bir koca ülke
karanlıkta boğazlaşsın diyedir güzel yüzlü insanlar
fabrikalar işçi yesin para kussun diyedir
kıyılar yağmalansın ormanlar çiftlikleşsin
bankalar yağ bağlasın tekeller et bağlasın
holdingler palazlansın ortaklıklar göbeklensin
bu rüzgar böyle essin
bu değirmen böyle dönsün
bu çuvallar böyle dolsun diyedir
koçero’nun dağlarda medetsiz yalnızlığı!
gocunmayın güzel beyler
hanımlar
alınıp incinmeyin
yeni değil bu hikaye
bu oyun eski oyun!
ah koçero
vah koçero
koçero eyvah!
bir akşam birdenbire bir can çıkar dağlara
bin kardaş bin acı bin ana
bin kerpiç bin harman bin açlık
bin yenge bin emmi bin dayı
bin zulüm bin acı ve bin karanlık
bir akşam birdenbire çıkar dağlara
bıyıkları terlememiş bin çocuk
bin aşık bin deli bin meczup
bin ekmeksiz bin işsiz bin suçsuz
kıl şalvar kurtlu çarık
naldöken mazı kıran derviş çatlatan
itburnu koyak gülü ahlat çalısı
bir akşam birdenbire çıkar dağlara
çökelekler yoğurtlar arpa bazlamaları
yalnayaklar gömleksizler dayanaksızlar
munzur’lar çilo’lar palandöken’ler
dersim’ler tunceli’ler bingöl’ler
tunceli’de mercan’lar ağrı bereketleri
tahtalı’lar toroslar ve binboğa’lar
bir akşam birdenbire çıkar dağlara
turistik bir gösteridir dağlara çıkmak
örneğin ağrı’lara
alpler’e sübhan’lara ant’lara
himalaya dağlarına derin asya’nın
klimancaro’nun tropik karlarına
turistik bir gösteridir dağlara çıkmak!
gel gör ki böyle yazmıyor bizim burda kitaplar
turistik diye göstermiyor dağları
turist diye vermiyor dağlara çıkanları
bir sürekli çıplaklıktır koçero
bir sürekli açlıktır
bir sürekli haksızlıktır koçero
bir sürekli itilmişlik
koçero bir vazgeçiştir
koçero bir ilgisizlik
bin yıllık yoldan gelir
üstü başı kan içinde
yorgun bir dilekçedir
bir arzuhal koçero
bir tanrı selamıdır
alınıp verilmemiş
görülmemiş bir hacettir koçero
çiğnenilip geçilmiş
ve sorulmamış
upuzun bir eyvahtır
upuzun bir pişmanlık
bir ünlemdir koçero
sığmaz okul kitaplarına
erzurum yaylasından
erzincan çukuruna
ve tecer dağlarından
harran cenderesine
bir uzun masaldır ki koçero
dağların dağlara yaslandığı yerde anlatılır
geçitlerin geçitlere küstüğü oyaklarda
benek benek anlatılır
nakış nakış anlatılır
bıçak bıçak
kurşun kurşun
ve türkü türkü!
göğsü çapraz fişeklikli
bıyıkları kan içinde bir kara mavzerdir koçero
yatar türkülerde upuzun
ağıtlarda fidan fidan
koçero
bildirir hal-u ahvalini dört mevsim tanrısına
bildirir divanına
şaşırtılmaz adaletin:
‘arkam sensin
kalam sensin
dağlar hey! ‘
gocunmayın güzel beyler
hanımlar
alınıp incinmeyin!
koçero bir vatandır
yaşanılır boydan boya
koçero bir vatansızlık
bir dağlaşmış yalnızlıktır koçero
mavzerleşmiş bir haksızlık
yanıtsız bir dilekçe!
ben Türkçe anlatamam
o Kürtçe anlatamaz
Farsça çıkmaz doruklara!
gocunmayın güzel beyler
hanımlar
kan bulaşır ellerime
ben anlatamam!
Silâh ve şarkı
ben bütün karanlıkları bunlarla yendim
doğacak çocuğumun kanında esen
emekçi karımın dimdik bakışlarında
ve çetelerin sipsivri uykusuzluğu
silâh ve şark
benim bütün şarkılarım iri kuşlardır al ve şafakleyin
ışıklı nehirler büyütür silâh seslerim tankaranlığında
yekinir yürür orman
yekinir yürür toprak
yekinir yürür kalabalıklar
ve der ki kitabın ortayerinde
bütün ırmakları dünyanın
kızılırmaktan geçer
vurun kanatlarınızı karanlığa kuşlarım
geçin sıcak ırmakları kuşlarım
kızılırmak kızılırmak akın kuşlarım
açtım kırkıncı kapıyı
gördüm ki atın önünde et
titrer biryerleri zamanın
kırdım kırkıncı kapıyı
gördüm ki itin önünde ot
ürperip durur hiç olmalardan
şakıdı kuş
yarıldı nar
delirdi ateş
ve başladı uğul uğul uğuldamağa
bütün ırmakları dünyanın
kızılırmak
kızılırmak
güneşin ortasında insanlar kımıldaşır
ve der ki şakıyan kuş
yarılan nar
deliren ateş:
zaman akıyor
omuzlarında kalabalık nalkırıklarıyla
anasonlu duyarlığında general nargilelerin
bir damla kankurusu çok eski savaşlardan
belki silâhların çürümedik biryerlerinde
belki pişman bir ağzın acıyarak anlattıkları
aşka benzer bir karışık kıtlık direnci
boyunları kafataslı saray kahramanları
yığınlara vatan diye kalan yoksunluk
ne de çok özlemişiz gökyüzüne kansız bakmayı!
yıkık bir ud tiryakiliği antika cumbalarda
kanaryalarında berberli bezginliği burjuvalığın
bir polis burnu belki – dağdaki çarıksızın çarıksızlığı
bir büyük vurgun düzeni – belki de bir lavrens
vurgunun soygunu nevyork’ta döllediği
bir kucak sakal sanmak belki de marks’ı
toprakları denizleri insanları ingilizlemek
silâhlarla beklemek sömürge sofralarını
vaşington ağalarının pilâtin dişlerine
taze bir kan gibisine gerinir güneşlerde
saklar genişliğini şarapçasına
altun tepsilerde çok büyük ölür yürek
çok büyük hıncı kalır mayonezli kirenaların
yanyana
birsofrada
sanfransisko ve c.i.a.
yâni çuval ve mızrak
notrdam’ın kargalarının güldüğü
sakalları incili hümanizma satıcıları
halep pazarlarından gecikmiş bir ikindi
kışlalar öğlesonları asurbanipal
bir böcek ölüsünün geceyi kemirdiği
tektanrılı çokyataklı ve çok çok acımaklı
ikindi parklarında köpek ve kıral
altun ve brovningin karanlık egemenliği
konuşun soytarılar
çalgılar susun
daha bitmedi açlar
salınır o eski sularda cüzzam yalnızlığı kirliliklerin
gözün gözü sömürdüğü topraklarda ayıp ve kara
şimdi çoktaaan terekesi o serüven kahramanlığın
o bezirgan mutluluk balık tutar şimdi mor kuytularda
ne de çok özlemişiz gökyüzünü kirşiz sevmeyi
kırdım kırkıncı kapıyı
kandım o pınarlardan
başladı ugul uğul uğuldamağa
bütün ırmakları dünyanın
kızılırmak
kızılırmak
Sen ne cömert topraklarsın ey ortadoğu
sen ne çok soyulansın ve hiç uyanmıyansın
akdeniz’de mor bir deniz burjuva gitarlarında
kuytuların kuytularda ölüme döllenmesi
sevişmenin soyutluğu ve çamurluğu
duaların çamurluğu ve soyutluğu
gökyüzüne insanca bakamamak
yâni hiçbir şey
yâni utanç ve lavanta
yâni mum
çoktespihli bir ebabil ki uzar çöllerde
uzatır baltazar bayramlarını petrol petrol
uzatır köleliği âmin âmin
çeşmelerinden hâlâ şehname akan
şahlı seccadelerde acem ve anka
mezarlık toprak reformu – kölelerin eşelendiği
keskin bir ingiliz burnu – de ki abadan
ya da bir şah ve allah ve dolar üçlemesi
saat tam onikiye beş kala
akdeniz’de mor bir deniz burjuva gitarlarında
soyubitmiş balıkların akvaryum bezginliği
bir dilim ay
bir lokma arap
– gölgesini güneşten bile esirgeyen –
ve şakkulkamer bedeviliği
yâni utanç ve lavanta
yâni kirli ve kaçak
yâni mum
kalçaları, kadın pazarlarının – yok başka
karanlık vatanseverliği kaçakçılığın – yok başka
general nargilelerin madalya törenleri
ve şeytan taşlaması petrol kırallarının – yok başka
ezik ve utangaç
bilgiç ve yoz
mum
yâni demek istiyorum ki
sadakalı sosyalizm soytarılığı
konuşun soytarılar
çalgılar susun
bekler güzel yarınlarını bu tutsak toprakların
çetelerin o sipsivri uykusuzluğu
akdeniz’de mor bir deniz burjuva gitarlarında
neyin neye düşman olduğu belki de hiç bilinmeyen
hergece bir düşük, sam radyosunda
hersabah bir komik âdem
bir hacıyatmaz
ve komünistli bir kıralistan yunanistan’da
hacının develeri gevişirken ay altında ortadoğu’da
petrol ve çelik kırallarının gölgesinde bir istanbul akşamı
bizans ve kirli
türk ve yoksul
ve mâcun
allaha ve devlete ve bilcümle gölgelere dualar eyliyerek
biryanı yangın yıkım
biryanı yoksul yetim
biryanı dökülür pul pul
deniz
altun
ve kristal karışımı halinde bir istanbul
uyanır köprüaltı uykularında
elektıronik müzikli bir hicazkâr ud
ve kızıl çağrısı açlığın
o devletli tekliğinin kabuğunda bir hamal Ortadoğulu
sıla çalgını da
vatan yoksulu
allaha inanır arapça
yoksulluk çeker türkçe
ve denizi sever çocukça
oraları söyler durmadan
oralarda yaşar bıkmadan
oralarda ölür istanbullarda
kaktüs kemirenlerinden biri midir brezilya’nın
yoksa nil’e tapan ve aç yatan bir fellah mıdır
kimbilir belki de rio’lu bir gecekondulu
insan nerde başlar belli değil ki
istanbulsuz gibi yaşıyarak istanbul’u
vatansızlığını vatan diye güzelim gün ortasında
elektıronik müzikli bir hicazkâr ud
develeşip develeşip dönüşmesi gökdelenlere
yanki go hom’lu bir miting alaturka
betonarme balkonlarında emperyalizmin
ve kasıklarında maydarling amerika
yâni bütün devrimcilerin konakladığı
en çok özlediklerine düşman yaşıyan
bir gecikmiş kıral ve özgür köle
sürüyerek zincirlerini kaldırımlarda
ana avrat söverek soluna sosyalistine
ve bir somun ekmek kaldırımlarda
ve bir garip hamal kaldırımlarda
ve bir vatanölüsü kaldırımlarda
Ne bulmak içkilerde intiharlarda
neye varmak birşeyleri durmadan çoğaltarak
çiçek resimleri çizmek güneşli pencerelere
ölüleri akreplerle çiyanlarla karıştırarak
eski çamaşırları yenilemek dilencilerde
bir eski oyuncaktan koca bir gençlik bulup çıkarmak
kimbilir biz şimdi nelerin neresindeyiz
alı neden moru neden kırmızıyı kimbilir neden severiz
bir kenti geri almak ve davul
bir kenti geri vermek ve davul
oynaşmak iskeletlerle altunlarla madalyalarla
dedeleri gümüşlere altunlara atlara oranlamak
bıkıp bıkıp yeniden başlamak sevişmelere
kimbilir biz şimdi nelerin neresindeyiz
alı neden moru neden kırmızıyı neden severiz
[kimbilir
dal uyur daldasında yorgun dalların
gece büyük büyük anlatır eskimişlerden
su değil toprak değil
de ki acımışlıklar
de ki altun sözcükleri tükenmişliğin
oturur direk direk
götürür pazar pazar
ne ki yaşamak?
umduğum gel
sevdiğim gel
beklediğim gel
gel benim
kuşak kuşak
yoluna kurban olduğum
Kırmızböceğini tanır mısınız?
güneşin kıyısında kırmızböcekleriyiz
bir, maviye çalar türkülerimiz
bir, kapkaraya
kağnı uzaklığını bilir misiniz
kırmızıbiber ve tuz
bilir misiniz
karlı karanlıkta yalnız
yapayalnız
ince ince ölmek
bilir misiniz
bugün bulgurun sonu
yarına dur bakalım
öbürgün allah kerim
bilir misiniz
toprağın boynu bükük
eller umarsız
ağam sen bilirsin
bilir misiniz
hani derya içre olup da deryayı bilmeyen balıklar gibiyiz
ve işte atombombalarıyla korunur açlığımız
işlemeli mendil ve kurşun
harmanyeriyiz hey bre
karakol kapısıyız
imparatorluk kokar sefaletimiz
soyula soyula çıplak
güdüle güdüle sürü
bütün halklar gibiyiz – biraz kuşdili
biraz kahvefalı
ve biraz da düş
hapisâne avlusuyuz hey bre
cennet kuzularıyız
helallaşır gibi bakarız dostların gözlerine
severiz gülyağını
ve bir de aynaları
ve bir de aynalarda yiğitlik masallarını
sonra azıcık da sakızı
azıcık da uçkurhavalarını
bıyık burup gazel çekeriz de tenhalarda menhalarda
uzatırız boynumuzu elkapılarında
sülünler gibi
ve işte türkiyeliyiz
hani derya içre olup da deryayı bilmeyen balıklar gibiyiz
hamsiyiz karadeniz’de
çukurova’da pamuk
uzunyayla’da buğdayız
ege’de tütün
sınırboylarında gözükara kaçakçılarız
istanbul’da kadillaklı karaborsacı
ve doğu dağlarında koçero’larız
eşsiz bir güzellikle çarpılmış gibi
uyumuşuz yoksulluğun körmemelerinde
çalışkanız
filozofuz
dostuz
bütün sömürülenler gibi ezik
bütün uyananlar gibi kızgın ve doluyuz
seslenir yüzyıllar ötesinden pir sultan abdal’ımız
‘üstü kanköpüklü meşe seliyiz’
etekleriz de kodaman soyguncuları ekmek kapılarında
gözümüz gibi koruyup kolladığımız devletin silâhını
hey bre
yoksul – yetime doğrulturuz
ve işte türkiyeliyiz
ateşleriz de mandıraları fabrikaları
topal karıncayı melhemleyip salıveririz
bir yaprak düşer bir yanbakış götürür biryerlerimizi
kan sızar yeşillerden ak mendillere
çıkarıp öcümüzü dağbaşlarına
ağıtlara ağıtlara dökeriz yüreğimizi
saksıda çiçek
kıraçta ceviz
örtülerimizde nakış nakış sabır ve gözyaşı vardır bizim
akıyorsak garip çaylar gibi incelerekten
dokutuyorsak eğer sonbahar gibi
çok ağır olduğumuz içindir mandalar gibi
ve balıklar gibi çok kalabalık
seviyorsak silâhı ve yoksulluğu
susuyorsak kar altında toprakçasına
bıçak kemiğe değmediği
güneş ufuktan doğmadığı
o tozkoparan fırtına
kapımızı
kırmadığı
içindir
vurun kanatlarınızı karanlığa kuşlarım
geçin sıcak ırmakları kuşlarım
kızılırmak kızılırmak akın kuşlarım
Anasının karnını tekmelediğinde temmuz
kocaman ve çoook akıllı bir balıktı uzayda
proton -1 uydusu sovyetler’in
ve çelik bir kelebekti mariner-4
ensekökünde merih’in
şeftali emzikteydi bursa’da
pamuk çiçekte
çukurova’da
ve yeşil bir buluttu buğday
konya’da
sivas’ta
siverek’te
ozan ozanca söylüyordu dünyanın geleceğini
işçi grevce
adını bile bilmediğimiz birileri vardı dünyanın bir-
[yerlerinde
örneğin Singapur’da
tahran’da belki
belki de kordoba’da
karakas’da mı desem katanga’da mı
yoksa roma’da mı ankara’da mı
birileri biryerlerde durmadan yontuyordu
barışı mermer mermer
öfkeyi demir demir
sevgiyi tunç tunç
doyumsuz günler aşkına
ölmek birşey değil dostlar
hergün ölmek güç
açlık
o başka ölüm
açlık korkusu
beter
ne atom ne hidrojen ne yangın
dağları dümdüz etmeğe – dostlar
aç çocukların çığlığı yeter
proton-1
mariner-4
güzel
akıllı
büyük
yıldız kaymaları masallar getirirken gecelerime
yangından kaçar gibi bölük bölük
sırtı yorganlı emekçileri cömert ülkemin
göçüyorlardı vatan vatan
viyana üzerinden
adenover almanyasına
‘allı turnam bizim ile gidersen
şeker söyle kaymak söyle bal söyle’
söyle ki iyi vursun hınzır vurguncu
tüyübitmediği soysun tefeci
eskiden gemilere bindirip bindirip zencileri
allı turnam geçersen ırgat pazarlarından
zincirli topraklardan hacizli kapılardan
hastane önlerinden geçersen allı turnam
insan bazan ölümden de güçlü olabiliyor
birşeylerin gidişinden ve hiç dönmeyişinden
sabahları yorumlamak güç değil
yoksulluğu yorumlamak güç değil
nasılsa bir başka yorumlamak hep aynı sabahları
esmer ve uzak
inmeli antenlerin ardında şaşkın
ve grevler döverken komprador marka demokrasinin
[duvarlarını
yedirip yüreklerini korkularına
bir köledüzenin uşağı efendisi
cebi dolarlısı da
sırtı bitlisi
tekmeler gibi güneşi çocukların gözbebeklerinde
‘arefe gününde bayram ayında’
vurdular emekçilerin kongresini
kördüler
karaydılar
çiçeksizdiler
ve gelip bir karanlıktan
gidiyorlardı bir karanlığa
Benim karamsarlığım belki de bir demet gül – sevdiğim
içimin büyük büyük aklığından geliyor belki de karam-
[sarlığım
kocaman ve çoook akıllı bir balıkken uzayda
proton -1 uydusu sovyetler’in
ve kondukonacakken luna’lar
tatlı bir öpücük gibi ay’a
dilenmek benim ülkemde
işsizlik benim ülkemde
ve şeytan taşlamak yasak değildi benim ülkemde
baböf’ü okumak yasak
paspas yapıldı demirinden giyotinin
direktuvar bir ölü söz lârus’ta
oysa bizim buralarda
kelepçe yapılıyor hâlâ
pitekantıropüs babanın günahsız baltasından
kopmuş toprağından kanayarak
kanayarak
saçılmış yollara türkü türkü
ışık ne
vatan nerde
ne ki kutsallık!
kentlerin varoşlarında sanki kurt sürüleri
tanrıya filan değil
allı morlu ışıklara dönük yüzleri
konuşur elleri ekmek ekmek
takırdar çeneleri
ölüm yakın
lokman uzak
anlamak yasak değildi benim ülkemde
anlatmak yasak
adına grev diyorlardı
adına gecekondu
bir şey dolaşıyordu aramızda seslisoluklu
yaşıyorduk onu biz – dinine allahına kitabına dek
yaşıyorduk yağmurda yaprak gibi her zerremizde
ölmek yasak değildi yoluna onun
adını koymak yasak
tutmuş troya atları subaşlarını
madalyalı seyisleri emperyalizmin
ak taşın üzerinde iki damla kan
biri memet
öbürü memet
‘arayerde bu kan nedir
dost dost dost’
görmek yasak değildi benim ülkemde
göstermek yasak
ben ki uçan kuşu kıskanırdım oyun çağımda
nehirleri yağmurları selleri kıskanırdım
buluttan gemilerimle aşardım duymadığım denizleri
yıldızlardan yıldızlara kurulu hamağımda
mapusâne türküleri söylerdim geceleri
bir uzak sel sesiydi o kaygan günlerimde ekmek kavgası
dünyamda renkler ve böcek sesleriyle bir öyle cümbüş
en hırçın yıldızları en uysal kavaklara işlemek yaprak
[yaprak
yaralı bir serçenin gözlerinde bir evren ölüp ağlamak
ve bütün haziranları bir tek gülle açmak hersabah
o tedirgin ellerin bakışları hâlâ sofralarımda
hâlâ çizik çizik kanar kaygusu o ekmeksiz akşamlarımın
yok artık, dost yüzlü ağaçlarım, gurbet kanatlı gemilerim
[yok
gömüldü gitti kervanlarım o çıtır çıtır ağustos gecelerinde
bir dilim güneş koyup bir dilim yoksul sevince
aşk büyütmek
gecelerce gecelerce özlemeklerden
bölündüm ayrılıklara parça parça
dağıldım yeryüzüne çığlık çığlık
şimdi patron yüzlü sabahlardayım
şimdi direk direk direnmek
gel benim sevdiceğim
gel benim umducağım
beklediğim gel
gel de bitsin
kuşak kuşak
yoluna kurban olduğum
binip binip bulutlara ulaştım yıldızlara da
kıtalardan kıtalara el sallıyamadım
el sallıyamadım
turnalar bile geçip gitti türkülerimden
ben kaldım buralarda
ben işte kaldım buralarda ey dost
kırmızıkuşlar
kırmızıkuşlar
diye diye avuttum
hırçın çocuklarımı
em, em
diye diye ağladıkça
ağladıkça
masmavi çocuklarım
hep işte böyle
insan bazan ölümden de güçlü olabiliyor
anaç bir ağaç gibi dinleniyor kaygularım şimdi güneşte
aldanmak ne kolay
ne temiz
ne ilkel
allahım!
kalabalıklarla sevmek güzel günleri
ne denli güç
ne denli güç
allahım!
uzay
o masallaranası yıldızlı karanlığım
karanlığım benim!
o şafak tarlalarının ekmeğe dönüşmesi
sarıçiçek vakti ölmek ekinler arasında ve şafakleyin
bıldırcınlar ve yıldızlar ve tanyeli eşliğinde
birşeyleri bulmak ve varamamak
vakur bir ağaç gibi kucaklamak evreni ve şafakleyin
alfa
beta
gama
ve aynştayn
yâni biraz daha iflası korkularımızın
insan denilenin karanlık kurtuluşu
bir ceviz yaprağı denli basit ve ilkel
karışık mı karışık bir ceviz yaprağı gibi
nezaman kaldırsam başımı geceleyin
ne denli çok anlamağa çalışsam
gökyüzü bir yapraktı unutulmuş
not defterinden aynştayn’ın
ne sanat sanat için şarlatanlığı
ne savaş için savaş
çoktan anlaşıldı hey bekleroğlu
taşın taş olmadığı
ateşin ateş
şimdi deprem çizgileri yığınların gözbebeklerinde
şimdi yumruk çiçekleri o sömürge ülkeler
aşamazken kel dağları kel dağları düşlerde bile
geçtim sesduvarlarını sesduvarlarını düşlerde gibi
yedi başlı beyler besledim yüreğimden yedirerek
vurdum sonra başlarını beylerin efendilerin
yok benim tanrılarla kişilerle hiçbir alışverişim
ben artık, düzenlerle boğuşan bir gerçek devim
öyle bir dünyayım ki ben-hep özlenmiş hiç yaşanmamış
insan ve emekten geçer ekvatorum benim
kendim çizerim sabahlarımı-yok benim sabahçıbaşım
yok benim lüpçübaşım yok benim hötçübaşım
yok
yok
yok!
Elbet bir bildiği var bu haçaturyan’ın
bir bildiği vardı elbet erzurumlu hançerbarı’nın
arjantin pampalarında uykusuz çetecilerin
benim kurtuluş anıtlarımda mermi yüklü ananın
lumumba’nın kanının
kanayan viyetnam’ın .
kurşunlu duvarlara doğan günlerin
kalabalık acıların
bıçakaçmaz ağızların
bir bildiği vardı elbet
bir bildiği var
bir bildiği olacak elbet
hiç yalan söylemedi kalın çizgilerle susuşu yoksulluğun
hiç yalan söylemedi gözlerde zulüm
ve çıplak uykularında zengin düşleri milyonların
hiç yalan söylemedi
hiç yalan söylemedi bu ozan
elbet bir bildiği var bu kayguların
birikip birikip durmadan biryerlerde
acıların öfkelerin birikip biryerlerde
yekinmesi yatanların ve yürümesi
akması küçüklerin ve katılması
yıkması birşeylerin
ve yıkılması
yıkılıp yapılması
hiç yalan söylemedi bu ozan
işte karton kaleleri kapitalizmin
işte gözün göze düşman olduğu
işte elin ele düşman
ve işte benim
yeryüzünde güller gibi açılan devrimlerim
kamboçya’da kalkan kamçı
şaklar çukurova’da belimde benim
istanbul’da verilmeyen hak
durdurur dakota’nın volanlarını
ve der ki öpüp kaldırdığım ekmek
– beni böyle yerdenyere çalan şey –
nevyork’ta bitmişse grev
ben burda bil ki grev gözcüsüyümdür
benim gözlediğim
gel benim yürekyağım
gel benim
kuşak kuşak
yoluna kurban olduğum
gel!
Of ooofff, koca gürültülü devrimsiler yutturmacalar
cilalar civeleklikler yalancılıklar
karagünlü saraylı soytarılıklar of!
soygunların gölgesinde sosyete adaleti
bre hitlerkırması kurtköpekleri
il duçe döküntüsü yandançarklılar
bre arapsaçı sadakalı sosyalistler eh!
elif lâm mim vav he ye
direkler arası kubbe
a be ce de ve ye ze
kadillak marka bir hecindeve
saraylardan saraylara aktarılarak
eldenele ceptencebe aktarılarak
– yürü bre kahpe devran! –
kanarmş savaşlarla kıtlıklarla yoksunluklarla
bir gözünde nevyork
bir gözünde moskova
gevişir tespih tespih
dökülür dua dua
ayışıklı sularında
ortadoğu’nun
of ooofff, koca gürültülü devrimsiler yutturmacalar
allamalar pullamalar törpülemeler
karagünlü saraylı soytarılıklar of!
Yorul ey gayrı
akma ey su!
ey benim yaratan tedirginliğim tutsak yanım dinmeyen
[sızım ey!
çıkarıp çıkarıp yeniden çıkarmak bu dağı bu doruğa
yorul ey gayrı
akma ey su!
durup durup kaygulanmak gibi birşey bu bizim sularla
[akıp gitmelerimiz
sonsuz bir tren penceresinden savrulan güvercinleriz
çok buruk çok buruk bir şarap diyorum sıkın bağları
ben hiç ölmediğimi yaşamak istiyorum
orman seviyorsam kimbilir dallara düşmanlığımı
bayat bir başdönmesi – susmamak diye birşey
kantutar beni yoksa – kantutmak diye birşey
bırakma beni bırakma beni – çıldırırım diye birşey
oysa düştüm develeri – düşlerimde uçaklar şimdi
düşlerde başlayınca devrim – ne anladınız?
devrim diye birşey – bir gecekondu tenceresinde
demek ki önce devrim – ne anladınız?
ve ölmek vazgeçilmez bir alışkanlıksa
yorul ey gayrı
akma ey su!
çiçekler bırakınca renklerini biçimlerini
resimler sakal salınca yaldızlı albümlerde
eski bir türkü gibi bakışlarından belli
bitkilerin sürüp giden yeşillerinden belli
kalırız gündengüne yaşlanan sözcüklerde
bir akşam saatinde günbatımında
gözgöze gelmelerde ve içkiye yenilmelerde
bülbüllerin öte öte bitiremedikleri
kana benzer kan değil kan gibi korkunç ve karanlık
kalırız birşeylerde ve kimbilir tanrımsılarda
belki de çocukların hiç bitmeyen oyunlarında
ve ölmek vazgeçilmez bir alışkanlıksa
gülersin – menekşeler olur sesin – bırakıp gitmek
gözlerine bakınca balıklar cıvıldaşmak – bırakıp gitmek
bir avuç bulut içmek masmavi güvertelerde
ağlamak tekil değil – ne anladınız? – bırakıp gitmek
kalırız birşeylerde ve kimbilir tanrımsılarda
böcekti karanfildi kemandı bonaparttı
anarşistti burjuvaydı polisti kenediydi
yoksuldu zengindi kıraldı soytarıydı
soğuktu sıcaktı ılımandı of
değil işte bu değil
topunun sülâlesini!
adamı tutup götürüyorlar
geceyi burnundan getiriyorlar
bütün kırbaçları bütün kelepçeleri bütün alçaklıkları
adamı vurup öldürüyorlar
geceyi bir daha yaşamak kolay
adamı bir daha öldürmek zor
siz bu tutanaktan ne anladınız
öldürmek diye birşey – ne anladınız
suçsuzdu diyorum – ne anladınız
sefaleti yok etmek adamın düşü
güzel günler düşünmek işi
diyorlar bu kokan balığın başı
tevfik fikret diyor devenin başı
kime yüklemeli bu iğrenç suçu
kime yüklemeli bu iğrenç suçu
kime yüklemeli bu iğrenç suçu
Benim karamsarlığım belki de bir demet gül – sevdiğim
içimin büyük büyük aklığından geliyor belki de karam-
[sarlığım
biz ki
petrolü kavuçuğu kahvesi ve kakaosuyla
ve kastro’su zapata’sı amado’suyla
sıcak ve kıvrak bir şarkı gibi düşünürüz
atlantikaşırı bağımsızlığı
biz ki bir vaşington sineği kondurup bir zenci dağa
kanlı bir çocuk başı buluruz viyetnam’dan
ve bazan
öyle bir sızıyla sarsılır ki antenlerimiz
sivaslı bir bağlamadan
afrikalı bir tamtamdan
daha ilkel ve yalınkat kalır
o ipek öfkesiyle leonid kogan
beni ısırdı
– bilirim –
18’lerdemondros’larda
demokrat suratlıydı
bilirim
bezirgan dişli
hâlâ damlıyor kanım
viyetnam’da kırılan dişlerinden
ve hâlâ aç dolaşıyor başkent caddelerinde
kurtuluş savaşı kahramanlarım
çoğunun çoktan söndü ödü ocağı
kalmadı çoğundan bir nişan bile
işte bundandır ki benim
birtürlü gülemiyor
gülemiyor
gülemiyor işte türkülerim
of ooofff
ne de çok seviyorum harita okumayı!
sakarya sivas erzurum
madrid seul havana
hepsini hepsini anlıyorum
alev alev budistleriyle saygon
linkoln’ün mezartaşı vaşington
ve süzgün gözlü kompradorlarıma kurtuluş istanbulu
anlamak hem kolay
hem kolay değil
ne ölüm
ne aşk
ne de işsizlik
ve ne de deniz deniz kabarması yüreğin
ne içki
ne çiçek
ne dostluk
ve ne de akşam saatleri dişi kentlerin
insan bir anda bütün bir evreni birden yaşıyor
kan sıçrayınca bağımsızlık bayraklarına
Birgün çıkıp geldiler – anlamsız yüzlerini ve gülüşlerini –
tüketimartıklarım üretimorganlarını ve eski külotlarını –
çikletlerini çukulatalarmı getirip bıraktılar – tiklerini mi-
miklerini çiğliklerini – gençkızların düşlerini getirip bırak-
tılar – hergün hergün yeniden getirip bıraktılar – iplerini
oltalarını konservekutularmı – süttozlarmı soyalarını sa-
lemlerini – kısırlıkhaplarmı madalyalarını tasmalarını –
bayraklarını bayrakyırtmalarını sövmelerini – anamıza
bacımıza çocuğumuza – en çok önem verdiğimiz şeyle-
rimize – üretimorganlarını ve tüketimartıklarım kullana-
rak – tanrının ve isa’nın ve bizimkilerin izniyle – atlarını
seyislerini çombelerini – tıraşlarını ve dişlerini getirip bı-
raktılar – hergün hergün yeniden getirip bıraktılar – son-
ra güzel güzel anlaşmaları – sonra güzel güzel sözleş-
meleri – sonra güzel güzel paylaşmaları – asılmış-
ların ve asılacakların izniyle – vedurmadan durmadan
baltazar bayramlarını – sonra güzel güzel savaş uçakla-
rını – radarları rampaları atombombalarmı – denizaltı de-
nizüstü birşeylerini – bilinçaltı bilinçüstü herşeylerini –
piekslerini bitekslerini bitpazarlarını – eroinlerini kokain-
lerini getirip bıraktılar – hergün hergün yeniden getirip
bıraktılar-
ve sonra çekilip gitmediler gemilerine
ve sonra çekilip gitmediler gemilerine
ve sonra çekilip gitmediler gemilerine
ve artık okadar çok şey getirdiler ki
ve artık okadar çok şey getirdiler ki
ve artık okadar çok şey getirdiler ki
bağımsızlığa yer kalmadı ülkemde
acılar ey acılar
işsizlik acısı
özgürlük acısı
bağımsızlık acısı ey
ve ey mızmız acılara direnmenin yoksul kahramanlığı
ey hergün ölüm
ey hergün ölüm
toplanın
birleşin
bir olun
acıların şâhı gibi gelin üstüme
gelin
ve bitsin şu iş
seninle gelecek – çâre yok
seninle bu tatlılık ey büyük acı
gök incir nasıl ballanırsa acılardan
acı koruk nasıl bulursa balların en sarhoşunu
o işte o!
gel benim darmadağın direncim
gücüm
emeğim
çilem gel
gel benim büyük acım
gel ve bitir şu işi!
kalaylardan mı gelirsin bolivya’lardan
rio’nun favelalarmdan mı
ispanya’dan mı viyetnam’dan mı
zonguldak kömürlerinden mi gelirsin
çukurova’lardan mı
yellerle mi gelirsin ateşlerle mi
uçarak mı koşarak mı yırtınarak mı
gel işte gel gayrı
gel
gel
gel de bitir şu işi
elbet bir bildiği var bu çocukların
kolay değil öyle genç ölmek
yeşil bir yaprak gibi yüreği
koparıp ateşe atmak
pek öyle kolay değil
hem öyle bir ağaç ki şu yaşamak denilen şey
her bahar yeniden yeniden tomurcuklanır da
yalnız bir bahar çiçeklenir
a benim gülüm!
elbet bir bildiği var şu benim bilenmiş bıçak gibi
[yüzümün
yaşamak
bir köpek gibi tekmelenerek
yaşamak
öpülüp okşanıp kaldırılarak
ne donkarlosun domuz ahırı
ne senatör makdoların oda uşağı
ne de hacıfışfışın kurban etidir
demokrasi
demokrasi denilen o haspanın – a benim gülüm
lordlar kamarasına açılmaz kapısı
beşikteki bebeler bile biliyor bunu artık
biliyor ve unutmuyorlar
insan kanıyla işlediğini
o teksas tipi demokrasinin
elbet bir bildiği var şu benim bilenmiş bıçak gibi
[yüzümün
elbet kolay değil öyle genç ölmek
kore bir kan lekesidir
akşamlarımızda sızlayan
bir kopuk koldur hiroşima
uçaklar geçtikçe çırpınan
orda
uzakdoğu’da
gencecik yürekler gibi seğrîşir her bahar
barış güvercinleri hiroşima çocuklarının
burda
benim ülkemde
titreşip durur yeni barış güvercinleri
insan karıştırıyor bazan
ölmek mi yaşamak
yoksa yaşamak mı ölmek
bir karanfil takmak yakaya
belki de bir orkide
bir baloya gitmek
gitmemek
bir kumar partisi belki de
onlarca hep birdir a benim gülüm
onlarca hep aynı değerde
afrika’da kaplan ve zenci avıyla
bir atom savaşı ve toptan ölüm
çocuklar büyümesin
büyümesin
tomurcuklar açmasın
açmasın
ve sularca akmasın o en güzel şey
yaşlılar yaşamasın
yaşamasın
ocaklar tütmesin
tütmesin
ve yuvalar, gülüm benim
gülmesin gülmesin
çapraz iki çizgi ak bulutlara
gâvur gözlü kargaları emperyalizmin
amerikan bitpazarlarında
dünya bir genişleyip alabildiğine
daralıyor birden eliçi kadar
ve dolar
madalyalı bir yular gibi geçmiş boyunlarına
ne güvercinin göğsündeki gökkuşağını görür gözleri
ne karakarıncanın güneşe günaydınını
ne de sevişir gibi işlemenin güzelliği titretir yüreklerini
kongo bir açık bonodur
belçikalı banker brodel’in kasasında
ve mister gülbenkyan’ın purosunda
enfes bir tütündür havana
duymazlar çeliğin mavi kahkahasını
tomurcukta çatlayan gücü görmezler gülüm
satarlar bir akşam içkisine
o cânım ülkelerin
narçiçeği yarınlarını
satarlar gülüm
memedi memede vurdurup memedin tarla sınırında
memedin karahaberini satarlar memedin memedine
ve karagün
– hangi karagün? –
gelip çatınca davul davul
yavruyu memeden koparır gibi
koparırlar işleyen elleri işlerinden
sokarlar ateşten ateşe gülüm
soygun düzeninde göbek atarlar
ne sevinç
ne kıvanç
ne güven
bize onlardan kalan
bir avuç yorgun umut
zincirde bir vatan
ve kanrevan türkülerdir
İncecik boyunlu kıraç karpuzu
dışı yeşil yeşil
içi kırmızı
yuvarlana yuvarlana geçer bulutlar
meler yanık yanık bağlı bir kuzu
nah şuramda koskocaman dağ benim
nah şuramda ipincecik bir sızı
ceylanları ceylan gibi çizmem ben
çizersem hilâl boyunlu
çiçekleri çiçek gibi çizmem ben
çizersem nakış nakış
akarım ince ince de olurum nehir nehir
kavgaları kavga gibi çizmem ben
çizersem türkü türkü
yazmışlar benim için kocaman kitaplara
dışı yeşil yeşil de
içi kırmızı
neylerim ben kitapları kocaman kitapları
efendim okusun benim, canım efendim
o kuştüyü salonlarda, canım efendim
okusun da büyüsün benim efendim
okusun da biliversin aklımdan geçenleri
ben işte hep böyle azgelişmişim
yâni ben çünkü evet azgelişmişim
evet çünkü hayır fakat ben işte azgelişmişim
çokçalışmış azgelişmiş ve işte yoksul düşmüş
cephelerde mapuslarda aslanım aman
kıtlıklarda kıyımlarda kurbanım aman
seçimlerde sayımlarda ben varım aman
kerpiçlerde küllüklerde hayranım aman
şenliklerde şölenlerde ben yokum aman
ben işte hernedense azgelişmişim
çokçalışmış azgelişmiş ve işte yoksul düşmüş
demiri de kömürü de sökerim aman
buğdayı da pirinci de ekerim aman
çilem budur benim işte çekerim aman
evet çünkü hayhay fakat ben işte azgelişmişim
yâni ben çünkü evet hayır fakat azgelişmişim
ölüm kalım kıtlık kıyım ben varım aman
bayramlarda seyranlarda ben yokum aman
soygunlara vurgunlara hayranım aman
vatan millet allah patron kurbanım aman
kalabalık ve karanlık türküyüm aman
benim için demişler ki kocaman kitaplarda
dışı yeşil yeşil de
içi kırmızı
neylerim ben kitapları kocaman kitapları
efendim okusun benim, cânım efendim
okusun da biliversin aklımdan geçenleri
okusun da açıversin gözünün şafağını
turnalar çizeyim gurbetlerime
ağıtlar düzeyim yiğitlerime
kelepçeler vurulsun bileklerime
okusun da büyüsün benim efendim
yumuşacık salonlarda cânım efendim
ve der ki şakıyan kuş
yarılan nar
deliren ateş
bu ne çapraz gidiş hey bekleroğlu
uşak matti seyretmez de breht’i
efendisi puntila’sı seyreder
bu ne çapraz gidiş hey bekleroğlu
volga mahkûmları’na mahkûmlar değil
aristokrat salonlarda efendiler içlenir
damarı pir sultan damarı
damarı robson damarı
gelir uğul uğul yeraltı nehirlerinden
gelir ve bulur yüreğimizi
damarı kavga damarı
bu ne biçim düzen hey bekleroğlu
öfkesi sesinden büyük
sesi ününden kocaman ruhi su’yu
şu benim her dalı bin dert açan çıra-çakmak ülkemde
şu benim yürekleri çıra-çakmak tutuşanlarım değil
istanbul
sosyetesi
alkışlar
‘gelin canlar bir olalım
tevekkel tu taalâllah’
vurun kanatlarınızı karanlığa kuşlarım
geçin sıcak ırmakları kuşlarım
kızılırmak kızılırmak akın kuşlarım
Ay doğar bedir bedir
yel eser ılgıt ılgıt
sırıtır sıram sıram elkapıları
elkapıları da kölelik kapıları
kul olur yiğit
ay doğar hilâl hilâl
gün doğar devrim devrim
sırıtır sıram sıram elkapıları
elkapıları da kölelik kapıları
kurtulur yiğit
yeşili çin’den gelir bu kahkahanın
kırmızısı afrika’lardan
ve dünya dünya olur diyorum hey bekleroğlu
yaşamak yaşamak
gün gelir biz de görürüz yedi rengini deryaların
gün gelir biz de ölürüz hey bekleroğlu
yaşamak gibi güzel
süzüp süzüp güneşi bereketlerden
çin’den hindistan’dan amerika’dan
taze bir kan gibi dolaşırız biz de bu yeryüzünü
vatan topraksa eğer
ormansa nehirse mâdense vatan
işçiyse köylüyse aydınsa vatan
yâni yapıp yaratmaksa herşeyi yenibaştan
sevmeyi yenibaştan
alkışı yenibaştan
bir hesabı vardır bunun sorulur
bu hesabı soracaklar bulunur
akgün karagünden öcünü alır birgün
ürker altunlu yiğitliğin senin ey bunak düzen
ürker bu yağma saltanatın
o kanlı karanlıktan kopup gelen bebeğin
güneş renkli ilk çığlığından
lenin’ler olur bu çığlık hey bekleroğlu
marks’lar mao’lar mevlâna’lar
mustafa kemaller olur hey bekleroğlu
galile’ler gagarin’ler adsız ustalar
ve sen olursun işte hey bekleroğlu
kıtlıklarda
kıranlarda
kurtuluşlarda
uyan ey köşem bucağım
kırıkkolum iğriboynum sağırkapım dilsizim
vaktidir direnmenin
vaktidir şimdi
karalasın göbeğinde güzel gün
karalasın göbeğinde mutluluk
karataş çatladıçatlıyacak
proton -1
mariner – 4
anamın aksütü gibi biliyorum ki
aynı kafadan doğma
aynı ellerden çıkmadır
ve aynı amaçlarla dönmeseler de uzayda
anamın aksütü gibi biliyorum ki
bir mariner işçisi de özlemektedir
[barışı
en az bir proton işçisinin sevdiği
[kadar
Silâh ve şarkı
ben bütün karanlıkları bunlarla yendim
sesimde benim
iki yumruk gibi yanyana dövüşüyorlar
spartaküslerle viyetkonglar
yüreğimde benim
ette bıçak gibi yatıyor
yarım kalan şarkıları yiğitlerimin
öfkemde benim
çok dallı bir ağaçtır özlemek
doymadan gidenlerimin gözbebeklerinden
yürüdüm üstüne üstüne bunca yıl
geçtim dikenlitellerini yasakların bir bir
tavında demir
tavında toprak
ve tavında yürek gibi kabarık
ve alıngan
dokundum ateşli kabuğuna güzelin
iyinin
gerçeğin
soyundum kötülüklerden çırçıplak
dünyanın tepesinde bir avuç hışır
karga kanat çırpsa uykuları karışır
yağmalanmış emeklerden gelir soylulukları
yağmalanmış özgürlüklerden
dinleri imanları vurgun kelepir
toprağın memeleri
altun ışıltılı kumları kıyıların
emeğin çiçekleri
hep onlar için
hep onlar için takvimlerin mutlu günleri
içimizin karanlığı
soframızın öksüzlüğü
hiç gülmemesi yüzlerimizin
hep onlar için
adları morgan da osman da filân da olsa
isacı da olsalar muhammetçi de
iki dallas domuzu gibi benzerler birbirlerine
karagünler için kaldırırlar kadehlerini
adanalı bir toprak ağasıyla
detroit’li bir otomobil fabrikatörü
dünyanın tepesinde bir avuç hışır
dinleri imanları vurgun kelepir
şarkılarda bile istemezler güzel günleri
ve bacakları çörçil zaferi çizerken havalarda musolini’nin
öter faşizm düdücükleri
yanki go hom çaçaca
maydarling amerika
maydarling amerika
Bir oğlum olacak adı temmuz
uykusuz
korkusuz
beter mi beter
ben beynimi satarak yaşıyorum
o benden proleter
bir oğlum olacak adı temmuz
karataşın göbeğinde aşk
karataşın göbeğinde barış
karataş çatladıçatlıyacak
bende bitmeyen kavga
onda yeniden başlıyacak
bir oğlum olacak adı temmuz
öfkede benden fırtına
sevgide deniz
ne samanyollarının ulu kervanları susuzluğumun
ne kutupşafaklarında tanrılaşması ilkelliğimin
temmuz gibi sıcak ve bereketli
temmuz gibi uçsuzbucaksız
bir oğlum olacak adı temmuz
dilinde en güzel sesi türkçemin
kulağı en yiğit şarkılarla delik
korkak bir merakla değil yıldızlı karanlığı
vivaldi’yi dinler gibi okuyup anlıyacak
ve belki de sütdişleri sürerken balaban bir bursa şef-
[talisine
ay’dan kendi sesini dinliyecek
vahşi bir çiçek gibi açılmış gözleriyle
ben ki yalınayak bastım kızgın dişlerine açlığın
iri bir çizme gibi balkanlar’a basarken faşizm
dağlarda silâh atmayı sevdim
ben ki silâh taşıdım gizli gizli
dünyanın bütün devrimlerine
boşuna dönmüyor bu rotatifler
boşuna bağırmıyor bu kara
boşuna dinlemiyor bu korku kapımızı
anamın aksütü gibi biliyorum ki
doyumsuz günlere doğacak temmuz
doyumsuz günler görecek
hani şu hep andıkça sızlatan yüreğimizi
hani şu hep dalıp dalıp gittiğimiz andıkça
beklediğimiz beklediğimiz beklediğimiz
ve tam görecekken göçüp gittiğimiz günler
[gibi günler
ama mutlaka
karataşın göbeğinde aşk
karataşın göbeğinde barış
karataş çatladıçatlıyacak
ben direndim yorulmadım
o yorulup yıkılmıyacak
vurun kanatlarınızı karanlığa kuşlarım
geçin sıcak ırmakları kuşlarım
kızılırmak kızılırmak akın kuşlarım
Ankara / Temmuz 1965
“mayonezli kirena”: ikinci dünya savaşı günlerinde, bazı ülkelerde
emperyalist ordu komutanlarına tepsi içinde sunulan çocuk ölüsü.
“şakkulkamer”: ay’ın yarılması, çatlaması, ay’daki gölgeler
muhammed’in mucize gösterip, ay’ı yardığı, çatlattığı biçiminde
dinsel bir inancın doğmasına yolaçmıştır.