Yaz Şiirleri

1 Gül Yüzünü Diken Etme şiiri Bahattin Karakoç ŞiirleriBahattin Karakoç
772 kez okundu0

Bu bulutta nerden ağdı havaya?
Duam o ki, sel kesmesin yolları.
Küskün kuşum dönsün artık yuvaya,
Çiçeklensin gök zeytinin dalları.

Ölümün yosunu sarmış gölleri,
Kuğular hıçkırır kara düşlerde.
Solarken umudun beyaz gülleri.
Eski şamata yok mor gülüşlerde.

Sözlümdün sevdalım, caymak da niye,
Doğan ay’a perde germek iş midir?
Gözlerini dizdim gümüş siniye,
Bilesin ki yandığımın resmidir.

Sana doğru uçan bir kuştur saat;
Her tik-tak adınla bir düğüm atar.
Dokunan kumaşta yansır kâinat,
Mekikler koşarken baharat katar.

Kavle sadık yürek kapına düştü,
Bir gölge ışıkla oynarken dama.
Gönlüm gönül nimetini bölüştü,
Sıva sıcağını soğuk odama.

Dön bana yüzünü, dön de barışak,
Çözülsün buzullar muhabbetinden.
Dağılsın saçların hep başak başak;
İzin çıkar, tel tel devşireyim ben!

Bahaeddin KARAKOÇ (Kar Sesi- Ocak Yay. Ankara- 1983)

Bahattin Karakoç

2 Ufuk Çizgisini Kollayan Bir Şarin Seyir Defterinden şiiri Bahattin Karakoç ŞiirleriBahattin Karakoç
706 kez okundu0

Değişim rüzgârı sürekli eser
Baban der: -Gönlüne aşk nârı düşmüş.
Annen, her duada sana gülümser,
Der ki: -Çiçeğime bey arı düşmüş.

Eşin-evdeşinse eğer el kızı
Yâr belle, can belle, hiç duyma sızı
Her gece karşında Çobanyıldızı
Sevin ki özüne nigârı düşmüş.

Gün gelir sen de bir baba olursun
Oğlunla, kızınla oba olursun
Yazın yellek… kışın soba olursun
Bilirsin ki ömrün baharı düşmüş.

Deh! dersin atına, kırar dizgini;
Yüreğinle yoğurursun yazgını
Kuzgunlara yaşatırken bozgunu
Bakarsın atının kayarı düşmüş.

Güneşle kalkarsın, Ay’la yatarsın
Güçlüsün, her taşı uzak atarsın,
Bir sabah er kalkar bir de bakarsın
Dağlara mevsimin ilk karı düşmüş.

Saat tik-tak, tik-tak çalışır durur
En sonun en başa gölgesi vurur
Gönül, vakti maden bilir avunur,
Bakarsın onun da ayarı düşmüş.

Resimdeki deniz, ölü bir mavi,
İçine kokular dolar semavî…
Feleğin cilvesi, şamarı kavi,
Murat yeşiline çok sarı düşmüş.

Sular küsmüş değirmenin bendine
Söylenir durursun kendi kendine
Er-geç getirecek seni kündüne
Peşine zevalin rüzgârı düşmüş.

Portakal dilimli, nar ise diş diş,
Doruğa yetersin başlar bir iniş…
Nerde renk cümbüşü, nerde meneviş?
Canına cânânın didarı düşmüş.

Yorgun tarla her ürünü kıt verir,
Helal rızık er-kişiye kut verir…
Bir bahçeye dut dikersen dut verir,
Arife her sözün kibarı düşmüş.

Sözüm o ki, meyve dalda ballanır;
Hasat çağı her dal tek-tek sallanır.
En güzel mektuplar dosta yollanır,
Derkenarda bize uyarı düşmüş.

Mazgallara yuva yapan kuşlar oy,
Üstümüze yuvarlanan taşlar oy,
Takvimi olmayan derin düşler oy,
Beyliğimin muhkem hisarı düşmüş!

Bahededin KARAKOÇ (Ben Senin Yusuf’un Olmuşum – Dolunay Yay. Ankara / 2006)

Bahattin Karakoç

3 Kamusal Alan’lar Yasaktır Beyaz Güvercinlere şiiri Bahattin Karakoç ŞiirleriBahattin Karakoç
689 kez okundu0

Kuyruksallayan
Tâ kabataş devrinden kalma
Ordusu olmayan bir başkomutan
Tebaası olmayan bir kral
Olmayan tabanına kertenkele gibi yapışan
Tavana bakamayan bir kriz buluntusu
Haberli değildir yaşadığı çağdan
Tek sığınağı kalmış: kamusal alan
Yasaklamış beyaz güvercinlere
Kasıp kavururken ülkeyi talan
Ekrem’in cini soruyor Erdem’in cinine:
-Sahi nedir bu kamusal alan?
Erdem’in cini cevaplıyor:
-Tusinami değilse eğer
Kuyruklu yıldız hiç değildir;
Olsa olsa kuyruklu bir yalan! ..

Bahattin Karakoç

4 Hangi Büğet Kutsar Ölü Balığı şiiri Bahattin Karakoç ŞiirleriBahattin Karakoç
981 kez okundu0

Zaman ilân eder kaybolduğumu,
Bakınıp dururum öyle umarsız.
Yüksek uçan şu kuş kaz mı, kuğu mu?
Her bahçe fakirdir incirsiz, narsız.

Kuyu cidarında bir semenderim,
Kuyuda hiç su yok, gökteyse bulut.
Isırgan otuyla dağlanmış derim,
Her yükselti deve sırtında hamut.

Orman uğultusu, dağ uğultusu
Beklediğim sesin önünü keser.
Çivi gibi batar aç karnına su,
Dengelemek kâbus olur serteser.

Karıncalar kapıları kapatmış,
Ormanı sallıyor kukumav kuşu.
Nehir av bekliyor, pusuya yatmış,
Her aşk sarhoşunda vardır bu huşû.

Tekinsiz yolaktır fal soylu cifir
Sapaksız bulvarlar girer düşüme.
Geceler yapışkan, geceler zifir
Neden devamlıdır ah bu üşüme?

Amelimle yüzleşmeye yüzüm yok,
Kaçak yaşamaksa devâsız illet.
Yazgı nokta koymuş buna çözüm yok
İntiharı seçmek en ağır zillet.

Evimin yolunu bulamıyorum
Duvarın ardında bir duvar daha
Göklerden bir çağrı alamıyorum
Gönül teknem demirlemiş berzaha.

Nerde ekmeğimi aşımı koysam
Yokluğumu öter bütün sirenler.
Yorulup raylara başımı koysam
Kimse görmez, ezip geçer trenler.

Görünen yerlerde asılı resmim
Değdiremem meyvelere elimi.
Nüfus kütüğünde yaşayan ismim
Kime anlatacak gerçek hâlimi?

Zaman ilân eder kaybolduğumu
Yeşil yeşil kanar şiir damarım.
Ömrü ebed kılan bengisu bu mu?
Niye bir tam değil on tane yarım?

Ne bülbül mutludur, ne de gül mutlu
Hayat nedir, didikleyin, anlatın!
Benim resimlerim hep üç buutlu,
Hangi ucundayım ben bu hayatın?

Bahattin Karakoç

5 Sevdalanır Sevdalanır Söylerim şiiri Bahattin Karakoç ŞiirleriBahattin Karakoç
850 kez okundu0

Renkli vitraylara dönüşürken bir şiirin kıtaları
Dolunayın ışığı ta kuyu diplerine vuruyor
Bir vuslat sahnesi yaşıyor kuyudaki su
İnceden bir türkü tutturuyor.

Dişlerini toprağın etine derin gömen taş
Bildiği bütün türküleri unutmuş
Kekik ve reçine kokan rüzgâra soruyor notalarını
Ufuk çizgisinde bir yer tutmuş.

Değirmenci türküsünü unutmuş sulara soruyor
Belleği tebeşir tozuna çevirmiş notaları
Bir ateş gözlü puhu kayalarda sesini soyunuyor
Küçücük yüreğine dolamış öteleri.

Külde pişmiş bir kömbe tadı veren bu hayat
Sabah beyaz, öğle mavi, ikindiden sonra hep bulutlu
Her gece ovanın bir ucundan su içmeye gelir bir at
Atın soluğundan kanatlanır su.

Yolcu türküsünü unutmuş sanki dili lâl
Yokluk ellerini ısırıyor ceplerinde
Gönül en zehirli çiçeği yakalıyor dal dal
Avını kollayan bir yılanın gözlerinde.

Kömür de iz bırakır renkli tebeşirler de
Sonsuza dek kardeştirler kara ile ak
İster at sırtında ol ister teneşirde
Sönmeyen her tutku bir kızıl zambak.

Çiçektir, ıtırdır, ışıktır benim türkülerim
Sesimi boyayan bir beyaz kaçak
Sevdalanır sevdalanır söylerim
Dilimin yarısı güldür, yarısı bıçak…

Bahaeddin KARAKOÇ (Leyl ü Nehar Aşk –Türkiye Diy. Vak. Yay. ANKARA / 1977)

Bahattin Karakoç

6 Uyan Yarim şiiri Bahattin Karakoç ŞiirleriBahattin Karakoç
1017 kez okundu0

Uyan yârim, evimize gidelim
Emanet yaşamak çok zor geliyor.
Gerçi evlerin de bir ölçeği var
Biraz eskiyince dap-dar geliyor.

Cennet-i âlâ’da bir şölen varmış
Hatice gülleri renk renk açarmış
Güllerin kokusu firdevsi sarmış
Uyan yârim gerçek bahar geliyor.

Dağlara dehledim gönül atımı
Gökyüzüne yazdım mâruzatımı
Yolları tararım her gün batımı
Sanırım ki çıkmış o yâr geliyor.

Melekler söyleşti yüreğim duydu
Yayıldı evrene binlerce uydu
Sana ne ben doydum ne dünya doydu
Sen uyurken bana efkâr geliyor…

Uyan yârim evimize gidelim;
Dağ Amanos, ova Amik ovası
Yaramadı bize suyu-havası
Gurbet Eller bize hep dar geliyor…

Bahattin Karakoç

7 Kuş şiiri Aleksandr Sergeyeviç Puşkin ŞiirleriAleksandr Sergeyeviç Puşkin
765 kez okundu0

Gurbette saygıyla izliyorum
Geleneğini eski zamanların:
Bir kuşu hürlüğe salıyorum
Parlak şöleninde ilkbaharın.

Artık avuntusuz değilim,
Ve küsmüyorum yazgıma,
Mademki özgür kılabildim
Tek bir varlığı da olsa!

Aleksandr Sergeyeviç Puşkin

8 Tabutçu şiiri Aleksandr Sergeyeviç Puşkin ŞiirleriAleksandr Sergeyeviç Puşkin
629 kez okundu0

Kocayan evrenin bu ak saçlarını
Tabutları her gün görmüyor muyuz?
Derjavin

Tabutçu Adriyan Prohorov’un son parça eşyaları da cenaze arabasına yüklenmiş, bir çift sıska beygir, dördüncü keredir, Basmannaya’dan yola çıkarak tabutçunun taşınmış olduğu Nikitinskaya’ya sürüklemişlerdi gövdelerini. Dükkânını kilitleyen tabutçu evin satılık ve kiralık olduğunu belirten bir ilan çivileyip yaya olarak yeni evine yollandı.

Çoktandır hayalinde yaşattığı, sonunda oldukça pahalı bir fiyata satın alabildiği sarı boyalı evceğize yaklaştıkça yaşlı tabutçu içinde hiç de sevince benzer bir şeyler bulunmadığını hissederek şaşırdı. Yabancı eşikten geçip yeni konutuna girer girmez tam bir kargaşalığın ortasına düşünce, on sekiz yıldır her şeyin yerli yerinde, düzen içinde bulunduğu eski, köhne kulübeciğini düşünerek içini çekti; ellerini ağır tutan her iki kızına ve hizmetçi kadına sövüp sayarak kendi de onlara yardım etmeye koyuldu.

Çok geçmeden her şey yerini buldu. İkona mahfazası, kap kacak dolabı, masa, divan ve yatak arka odada kendilerine ayrılmış olan köşelere yerleştiler. Mutfağa ve oturma odasına ev sahibinin elinden çıkma, renk renk, irili ufaklı tabutlar, içinde yas şapkaları, yas mantoları ve meşaleler bulunan dolaplar yerleştirildi. Kapıya, üzerine elinde ters çevrilmiş bir meşale tutan iri yarı bir aşk tanrısı tasvirinin işlenmiş olduğu bir levha asıldı. Levhada şu yazı okunmaktaydı: ”Burada işlemeli ve işlemesiz tabutlar satılır, kiraya verilir, eski tabutlar onarılır.” Kızlar kendilerine ayrılan öndeki aydınlık odaya çekildiler. Adriyan derlenmiş toplanmış evini bir kere dolaştıktan sonra pencere önüne oturup semaveri hazırlamalarını emretti.

Aydın okuyucular Shakespeare ve Walter Scott’un yapıtlarındaki mezarcıları şakacı, şen insanlar olarak tasvir ettiklerini; bu karşıtlıkla da hayalimizi daha şiddetli bir biçimde etkilemek istediklerini bilirler. Gerçeğe olan saygımız dolayısıyla bu örnekleri izlemek, tabutçumuzun kendi iç sıkıcı zanaatına tam anlamıyla denk düşen bir tabiata sahip bulunduğunu itiraf etmek zorundayız.

Adriyan Prohorov genellikle asık suratlı, düşünceli, dalgın bir adamdı. Ağzını sadece, iş güç düşünecek yerde pencere önüne oturup yoldan geçenleri seyrederken yakaladığı kızlarını azarlamak ya da yaptığı tabutlara ihtiyacı olan mutsuz (kimi zaman da mutlu) kişilerden son derece yüksek fiyatlar istemek için açardı. Yani Adriyan Prohorov pencere önüne oturmuş yedinci fincan çayını içerken, kederli düşüncelere dalıp gitmişti âdeti üzere.

Geçen hafta, emekli kolbaşının cenaze alayı tam karakolun yanından geçerken bastıran sağanağı düşünüyordu. O gün pek çok manto daralmış, pek çok şapka buruşup bozulmuştu. Adriyan birtakım kaçınılmaz masraflarla karşı karşıya bulunduğunu kestiriyordu. Çünkü elindeki cenaze donanımı acınacak bir durumdaydı.

Tabutçu bütün umutlarını bir yıldır ölüm döşeğinde yatan yaşlı tüccar kadın Turyihina’ya bağlamıştı. Fakat hasta, Razgulya’da can çekişmekte olduğu için, ne kadar söz verirlerse versinler, mirasçıların öyle uzak bir yerden kendisini çağırtmak üzere adam göndermeye üşenerek en yakın tabutçuyla anlaşıvermeleri korkusu da vardı.. Kapının üç kere farmasonca çalınması tabutçunun düşüncelerine ara verdi.

– Kim o? dedi. Adriyan.

Kapı açıldı. Alman esnaflarından olduğu ilk bakışta kolaylıkla anlaşılan bir adam girdi odaya. Neşeli bir tavırla tabutçuya yaklaştı. Gülmeden dinlemeye hâlâ alışamadığımız bir Rusça’yla:

– Özür dilerim sevgili komşum, dedi. Sizi rahatsız ettiğim için bağışlayın beni. Bir an önce tanışalım istedim. Ben kunduracıyım. Adım Gottlieb Schultz. Sizden bir sokak ötede, tam evinizin karşısına düşen evde oturuyorum. Yarın evliliğimizin yirmi beşinci yıldönümünü kutlayacağız. Sizi ve kızlarınızı dostça bir öğle yemeği için bize bekliyorum.

Çağrı hoşnutlukla kabul edildi. Tabutçu kunduracıdan bir fincan çay içmesini diledi. Gottlieb Schultz’un girişken bir adam oluşu sayesinde de az sonra dostça bir sohbete daldılar. Adriyan:

– İşleriniz nasıl gidiyor? diye sordu.

– Eh, diye yanıtladı Schultz, şöyle böyle. Şikâyetçi değilim çok şükür. Fakat, kuşkusuz zanaatlarımız epeyce farklı birbirinden. Canlılar ayakkabısız da edebiliyorlar ama ölüler tabutsuz yaşayamaz!

– Çok doğru, diye onayladı. Eğer bir canlı kendine ayakkabı satın alamıyorsa, kızma ama yalın ayak da dolaşabilir. Oysa ne kadar yoksul olursa olsun bir ölü ne yapıp edip kendine bir tabut bulmak zorundadır.

Sohbet bu çizgide bir süre daha uzadı. Sonunda kunduracı kaktı, çağrısını yineleyip tabutçuyla vedalaştı.

Ertesi gün saat tam on ikide tabutçu ve kızları yeni evlerinin kapısından çıkarak doğru komşularına yollandılar. Şimdi ben burada günümüz romancılarının bir göreneğine uymayacak, ne Adriyan Prohorov’un Rus tipi kaytanını, ne de Akulina’yla Darya’nın Avrupa biçimi giyim kuşamlarını tasvir edeceğim. Yalnız şu kadarını söyleyeyim, her iki kız da sadece en tantanalı günlerde ortaya çıkardıkları sarı şapkalarıyla kırmızı potinlerini giymişlerdi.

Kunduracının dar evini çoğunluğu Alman esnaflar, onların karıları ve kalfaları olan bir konuklar kalabalığı doldurmuştu. Rus memurlardan sadece Finlandiyalı nokta polisi Yurko çağrılmıştı. Yurko gösterişsiz unvanına rağmen ev sahibinden özel bir saygı görmekteydi. Pogorelski’nin postacısı gibi o da tam yirmi beş yıldır inanç ve doğrulukla hizmet ediyordu devlet kapısında. İlk başkenti silip süpüren 1812 yangını onun sarı boyalı nöbetçi kulübesini de ortadan kaldırmıştı. Fakat düşman kovulur kovulmaz bu kulübenin yerinde gotik tarzında kirişli direkleri olan gri boyalı yeni bir kulübecik belirmiş, Yurko da elinde baltası, göğsünde çelik zırhı bu yeni kulübenin çevresinde dolanmaya başlamıştı. Nikitskaya kapısının oralarda oturan Almanların çoğu tanırdı onu. Hatta bunlardan kimilerinin, pazarı pazartesiye bağlayan geceyi Yurko’da geçirdikleri olurdu.

Konuklar sofraya oturduklarında onlar yan yanaydılar. Bay ve Bayan Schultzlar ve on yedi yaşlarındaki kızları Lotchen hem konuklarla yiyip içiyorlar, hem de yemek dağıtımında aşçı kadına yardım ediyorlardı. Bira su gibi akıyordu. Yurko dört kişi gibi yiyip içiyor, tabutçu ondan geri kalmıyor, kızlarıysa nazlı nazlı kızarıp bozarıyorlardı. Sofradan gittikçe yükselen Almanca gürültüler arasında kendisini dinlemelerini rica eden ev sahibi, elinde tuttuğu ağzı balmumuyla mühürlü şişenin tıpasını patlatarak, Rusça:

– Sevgili karım Louise’in şerefine! diye bağırdı.

Yalancı şampanya köpürdü. ev sahibi kunduracı, kırk yaşlarındaki karısının gergin yüzüne, candan bir öpücük kondurdu. Konuklar iyi yürekli Louise’in şerefine içtiler, gürültüyle ev sahibi, ikinci bir şişenin tıpasını çıkarırken:

– Sevimli konuklarımızın şerefine, diye bağırdı. Konuklar kadehlerini yeniden boşaltarak teşekkür ettiler. Şerefe içmeler birbirini kovaladı durdu artık. Ayrı ayrı her bir konuğun şerefine içildi. Moskova’nın ve bir düzine Alman kentinin şerefine içildi. Bütün esnaf loncasının, ayrı ayrı her bir ustanın ve kalfanın şerefine içildi. Adriyan canla başla içiyordu. Bir ara öylesine neşelendi ki o da herhangi bir şeyin şerefine kadeh kaldırılmasını önerdi. Konuklardan şişman bir fırıncı birdenbire kadehini kaldırarak:

– Kendileri için çalıştıklarımızın, unserer kundlevte şerefine! diye bağırdı.

Bu öneri de bütün ötekiler gibi neşeyle, oybirliğiyle kabul edildi. Konuklar eğilerek birbirlerini selamlamaya başladılar. Terzi kunduracıyı, kunduracı terziyi, fırıncı hem onu hem ötekini, hepsi birden fırıncıyı selamladılar. Bu böyle sürüp gitti. Karşılıklı selam alıp vermeler sırasında bir ara Yurko yanı başında oturan tabutçuya dönerek:

– Ne duruyorsun azizim, sen de ölülerinin şerefine içsene! diye bağırdı.

Neşeli kahkahalar yükseldi. Fakat tabutçu kendini hakarete uğramış sayıp yüzünü astı. Kimse farkında olmadı bunun. Konuklar içmeye devam ettiler. Sofradan kalkıldığında akşam çanları duyuluyordu.

Konuklar gecenin geç saatlerinde evlerine dağılırken çoğu sarhoştu. Şişman fırıncı ve suratı kırmızı bir marokenle kaplı gibi görünen ciltçi, Yurko’nun kollarına girerek onu kulübesine kadar götürdüler. Böylece; ”Borcun iyisi ödenmiş olanıdır” Rus atasözüne uygun bir davranışta bulunmuş oldular. Tabutçu evine vardığında sarhoş ve öfkeliydi. Yüksek sesle, kendi kendine söyleniyordu:

– Peki, ne demek oluyor bu? Benim zanaatım ne diye ötekilerinkinden daha az şerefli olsun? Tabutçuysak cellatla kardeş miyiz yani? Ne diye gülüyor bu gâvurlar? Yoksa tabutçu deyince panayır soytarısı mı anlıyor bunlar? Şu yeni evin şerefine büyük bir ziyafet çekmek istiyordum ya, avuçlarını yalasınlar artık! Kendi müşterilerimi çağırırım ziyafete ben de! Ortodoks ölülerini çağırırım.

Bu sırada Adriyan Prohorov’un ayakkabılarını çıkarmakta olan hizmetçi kadın:

– Daha neler babacığım? dedi. Tövbe de! Ölüleri ziyafete çağırmak! Amma da iş! Adriyan.

– Tanrı hakkı için çağıracağım, diye sürdürdü sözlerini: Hem de yarından tezi yok. Ey benim velinimetlerim; yarın akşama hepinizi beklerim. Tanrı ne verdiyse yiyip içeriz. Tabutçu bu sözleri söyleyip yatağına girdi. Az sonra da horlamaya başladı.

Adriyan’ı uyandırdıklarında tan yeri ağarmamıştı henüz. Tüccar kadın Turyihina o gece ölmüş, kâhyasının görevlendirdiği bir atlı dörtnala gelerek haberi Adriyan’a ulaştırmıştı. Tabutçu haberciye votka içmesi için on kapiklik bir bahşiş verip hemen giyindi, bir arabaya atlayarak Razgulya’ya yollandı. Ölü kadının evinin kapısında polisler duruyor, tüccarlar leş kokusu almış kargalar gibi bir aşağı, bir yukarı dolaşıyorlardı. Rahmetli balmumu gibi sapsarı bir yüzle, masada yatıyordu. Fakat kokmaya başlamamıştı henüz.

Çevresini akrabalar, komşular ve ev halkı kuşatmıştı. Bütün pencereler açılmıştı. Mumlar yanıyor, papazlar dua ediyorlardı. Turyihina’nın, genç bir tüccar olan son moda bir smokin giyinmiş yeğenine yaklaşan Adriyan, tabut, mum, örtü ve diğer cenaze donatımını kendilerine hemen en iyi şekilde sunmaya hazır olduğunu bildirdi. Dalgın bir tavırla teşekkür eden mirasyedi, fiyat konusunda pazarlığa kalkışmayacağını, bunu tabutçunun vicdanına bıraktığını söyledi. Adriyan alışmış olduğu üzere bu kere de bir kuruş fazla para istemeyeceğine bin türlü yemin edip kâhyayla anlamlı anlamlı bakıştıktan sonra gereken işleri yapmak için çıkıp gitti.

Bütün gün Razgulya’yla Nikitskaya kapısı arasında mekik dokudu. Akşama doğru her şey yoluna konmuştu. Arabacısını savıp yayan olarak yola koyuldu. Aylı bir geceydi. Tabutçu sağ salim Nikitskaya kapısına vardı. Vozneseniye Kilisesi yakınından geçerken bizim Yurko kendisine seslendi. Fakat tabutçuyu tanıyınca iyi geceler diledi. Vakit epeyce ilerlemişti.

Tabutçu tam evinin önüne varmıştı ki birinin kapıya yaklaştığını, açtığını ve içeri süzüldüğünü gördü. ”Bu da ne demek oluyor? ” diye düşündü. Acaba yine kimin işi düştü? Sakın hırsız olmasın bu? Yoksa bizim sersem kızlar âşıklarını mı alıyorlar içeri? Hayırdır inşallah! Tabutçu tam ahbabı Yurko’yu yardıma çağırmayı düşünüyordu ki birisi daha kapıya yaklaştı. Açıp içeri girmek üzereyken, koşarak gelen ev sahibini görüp durdu, üç köşeli şapkasını çıkararak selamladı onu. Adriyan’ın bu yüzü bir yerde görmüşlüğü vardı ya, o andaki telaşı iyice incelemesine engel oldu. Soluk soluğa:

– Hoş geldiniz, dedi. Buyurun, içeri buyurun. Beriki boğuk bir sesle:

– Törene gerek yok babalık, dedi. Sen önden yürü yol göster konuğuna!

Adriyan tören düşünecek durumda değildi zaten. Açık kapıdan girerek merdivenlere yöneldi, öbürü de arkasından. Adriyan, odalarda bir sürü insanın dolaşmakta olduğunu gördü. ”Bu ne şeytan işidir böyle” diye düşünerek bir an önce içeri girmek için adımlarını açtı. Ve girer girmez de dizlerinin bağı çözülüverdi. Oda ölülerle doluydu. Pencereden giren ay ışığı onların sarı ve mor suratlarını, çökmüş ağızlarını, bulanık, yarı kapalı gözlerini, sarkmış burunlarını aydınlatıyordu…

Adriyan bütün bu insanların cenaze donatımları kendisi tarafından yapılmış kimseler olduklarını dehşet içinde anladı. İçeri onunla birlikte giren konuk da o sağanak günü defnedilen kolbaşından başkası değildi. Kadın erkek bütün ölüler yerlere kadar eğilerek, selamlar vererek tabutçunun çevresinde toplandılar. Sadece geçenlerde bedavadan gömülen yoksul bir ölü yırtık pırtık giysilerinden utandığı için kalabalığa yaklaşmıyor, bir köşede boynunu bükmüş duruyordu. Bütün öteki ölüler özene bezene giyinmişlerdi. Kadın ölüler başlıklarını giymişler, kurdelelelerini takmışlardı. Memur ölüler üniformalarını kuşanmışlar, fakat sakallarını kesmemişlerdi. Tüccarlar bayramlık kaftanları içindeydiler. Bütün bu şerefli topluluk adına söz alan kolbaşı:

– İşte, gördüğün gibi hepimiz kalkıp geldik çağrına Prohorov, dedi. Evde artık gücü kuvveti adamakıllı kesilmiş, çürüyüp dağılmış, iskelet haline gelmiş olanlar kaldı sadece. Fakat onlardan biri seni öylesine görmek istiyordu ki bizimle birlikte gelmeden edemedi…

O anda ufak tefek bir iskelet kalabalıktan ayrılarak Adriyan’a yaklaştı. Kafatası tatlı tatlı gülümsüyordu tabutçuya. Parlak yeşil ve kırmızı renkli çuha parçaları ve yıpranmış keten parçaları, tıpkı bir sırığa asılmışlar gibi iskeletin üzerinden sarkıyorlar, kocaman çizmeler içindeki ayak kemikleri havan içindeki havaneli gibi takırdıyorlardı. İskelet:

– Beni tanımadın galiba Prohorov, dedi. 1799 yılında ilk tabutunu, meşeden yapılmıştır diyerek çamdan yapılmış olan o tabutu sattığın emekli muhafız birliği çavuşu Pyotr Petroviç Kurilkin’i anımsamıyor musun?

Ölü bu sözleri söyleyerek tabutçuyu kemikten bağrına basmak istedi. Fakat kendini toparlayan Adriyan son bir güçle haykırarak iskeleti itti. Pyotr Petroviç sendeledi, düştü, darmadağın oldu. Ölülerden bir öfke mırıltısı yükseldi. Hepsi de arkadaşlarından yana çıkıp, sövüp sayarak, tehditler savurarak Adriyan’ın üstüne yürüdüler. Ölülerin bağırtılarıyla kulakları sağırlaşan zavallı ev sahibi soluğu tıkanmış bir halde kendinden geçti, emekli muhafız birliği çavuşunun kemikleri üzerine yuvarlandı.

Güneş ışınları tabutçunun yatağına düşeli çok olmuştu. Tabutçu gözlerini açtığında hizmetçi kadının üfleyerek semaveri körüklediğini gördü. Aklına bir gün önceki olaylar geldi birden bire, tüyleri diken diken oldu, kolbaşı ve çavuş Kurilkin, sisler içinde gelip geçiyordu aklından. Susuyor, hizmetçi kadının konuşmaya başlamasını, geceki olayların sonuçlarını anlatmasını bekliyordu. Adriyan’a sabahlık giysisini uzatan Aksinya:

– Amma da uyudum ha Adriyan Prohoroviç, dedi. Sabahleyin komşu terzi geldi, sonra şu nokta polisi uğrayıp seni kendisinin isim günü eğlentisine çağırdı. Söylemek için uyanmanı bekledik.

– Ya rahmetli Turyihina’dan uğrayan olmadı mı?

– Rahmetli mi? Turyihina ne zaman öldü?

– Budalaya bak! Dün onun cenaze donatımını hazırlarken bana yardım eden sen değil miydin, ahmak!

– Neler söylüyorsun babacığım? Aklını mı oynattın yoksa? Hâlâ ayılamadın mı? Hangi dünkü cenaze? Dün bütün gün Alman’ın evinde şölendeydin. Eve sarhoş döndün, kendini yatağa dar attın. İşte sabah çanı alıyor, sen hâlâ yataktasın.

Tabutçu sevinçle:

– Deme yahu, diye bağırdı. Hizmetçi kadın:

– Elbette, dedi.

– Öyleyse hemen çay koy bana. Söyle kızlar da gelsinler.

Aleksandr Sergeyeviç Puşkin

9 Kuran’a Öykünmeler şiiri Aleksandr Sergeyeviç Puşkin ŞiirleriAleksandr Sergeyeviç Puşkin
1636 kez okundu0

I

Çift ve tek üstüne ant içerim,
Kılıç ve haklı savaş üstüne ant içerim,
Sabah yeli üstüne ant içerim,
Akşam duası üstüne ant içerim:

Hayır, seni terk etmedim ben.
Ya kimdi başını okşayarak
O korunaklı yere götürdüğüm,
Amansız takipten saklayarak?

Ben değil miydim çölün sularıyla
Susuzluğunu dindiren?
Ben değil miydim diline senin
Akıllar üstünde erk veren?

Sıkı dur öyleyse, yalanı hor gör,
Yürü gerçeğin yolunda inançla,
Sev öksüzleri ve Kuran’ımı,
Öğüt ver titreyen yaratığa.

II

Ey lekesiz kadınları peygamberin,
Siz farklı kılındınız bütün eşlerden:
Ayıbın gölgesi de korkunçtur sizin için.
Yaşayın alçakgönüllülüğünüzü yitirmeden
Tatlı kanatları altında sessizliğin.
Yakıştı size bakirenin örtüsü,
Sadık yüreklerinizi saklayın
Helal ve utangaç zevkler için.
Ve ulaşamayacak yüzünüze
Kurnaz bakışı inançsızların.

Ve sizler, ey konukları Muhammed’in,
Akın akın gelenler akşam ziyaretine,
Sakının, dünyasal telaşlarla
Sıkıntı vermekten peygamberime.
O dindarca düşüncelere dalmışken
Hoşlanmaz laf ebelerinden
Sevmez, gösterişli ve boş sözleri:
Sofrasına kibirsiz gelin,
Ve tertemiz bir duyguyla eğilin
Önünde genç cariyelerinin.

III

Peygamber bozulup yüzünü ekşitti
Körün yaklaştığını işitince:
Koşup geliyor, şaşkınlık gösterip
Günah işlemeye cüret etme.

Sana göksel kitap, ey peygamber
Kibir sahipleri için gönderilmedi;
Kuran’ımı sakince bildir,
Zorlama dikine gidenleri!

Neden böbürlenir ki insanoğlu?
Dünyaya çıplak geldiğinden mi,
Ömrünün kısalığından mı,
Güçsüz doğduğu, güçsüz öleceği için mi?

Yoksa Tanrı onu keyfince
Öldürecek ve diriltecek diye mi?
Mutlulukta da acı yazgıda da
Gökten nasıl belirliyorsa günlerini.

Ona nimetler verdiği için mi,
Ve ekmeği ve zeytini ve hurmayı,
Emeğini kutsayarak
Ve bahçeyi ve tepeyi ve tarlayı?

Fakat İsrafil iki kez öttürecek borusunu;
Kopacak yeryüzünde göksel tufan:
Ve kardeş kaçacak kardeşinden,
Ve oğul kaçacak anasından.

Ve her şey akacak önünde Tanrı’nın,
Korkuyla allak bullak;
Ve yok olacak günahkârlar,
Ateş ve külle kaplanarak.

Çeviren: Ataol Behramoğlu

Aleksandr Sergeyeviç Puşkin

10 Yurdunun Mavi Göğü Altında şiiri Aleksandr Sergeyeviç Puşkin ŞiirleriAleksandr Sergeyeviç Puşkin
779 kez okundu0

Yurdunun mavi göğü altında
Sararıp soluyordu günden güne…
Tükendi sonunda ve tam üzerimden
Uçup gitti o genç gölge;
Fakat aşılmaz bir sınır var aramızda.
Bofl una canlandırmak istedim içimdeki duyguyu;
Ölüm haberini kaygısız dudaklar bildirdi bana,
Ve ben kaygısızca dinledim onu.
İşte tutkulu bir ruhla sevdiğim oydu
Acı veren bir yoğunlukla.
İçim yumuşak, gergin bir tasayla dolu,
Çılgınlık ve acıyla!
Nerede üzünçler, hani aşk? Ne yazık! Ruhumda
O gölge için saf ve zavallı,
Tatlı anısı için geri gelmez günlerin
Ne gözyaşı var ne de bir yakını.

Aleksandr Sergeyeviç Puşkin

11 Tutsak şiiri Aleksandr Sergeyeviç Puşkin ŞiirleriAleksandr Sergeyeviç Puşkin
1124 kez okundu0

Zindandayım, nemli bir karanlıkta.
Beslediğim genç kartal, avluda,
Altında parmaklıkların çırpıyor kanatlarını
Gagalarken kanlı bir yiyecek parçasını,

Gagalıyor ve fırlatıyor, gözleri pencerede,
Sanki aynı arzuyu taşıyor benimle.
Bakışı ve çığlığıyla diyor ki tutsaklık yoldaşım:
“Vakit geldi artık, uçalım dostum, uçalım!

Bizler özgür kuşlarız, hadi davran!
O beyaz dağa doğru, daha öteye bulutlardan,
Denizin gökyüzüyle buluştuğu maviliklere,
Sadece rüzgârın ve benim gidebildiğimiz o yerlere…”

Aleksandr Sergeyeviç Puşkin

12 Hoşçakal Aşk Mektubu, Hoşçakal şiiri Aleksandr Sergeyeviç Puşkin ŞiirleriAleksandr Sergeyeviç Puşkin
1073 kez okundu0

Hoşçakal aşk mektubu, hoşçakal,
Ne kadar ağırdan aldımsa da,
Ne kadar istememiş olsam da,
Elim emrediverdi,
Bütün mutlulukları ateşe vermeyi.
Ama yeter, vakit tamam;
Yan aşk mektubu!

Hazırım, aldırmaz artık ruhum hiçbirşeye.
Hırslı alevler,
Çoktan sardı sayfalarını.
Bir dakika!
İşte parladı,
Cayır cayır yanıyor…
Hafif bir duman,

Bükülüp kıvrılarak kayboluyor gözden.
Pahalı taşlardan yapılma,
Sadık bir yüzüğün
Hatırası çoktan unutulmuş.
Erimiş mühür mumu, köpürüyor.
Ah!
Sağduyu!

İşte bitti hepsi,
Kapkara artık tüm yapraklar.
Hafif küller üzerinde,
Gizli saklı çizgileri beyazlanıyor…
Göğsüm daraldı.
Sevgili kül,
Hazin kaderimdeki sefil lezzet,
Acılı göğsümde,
Asırlarca kal benimle.

Çeviri: Halûk Madencioğlu

Aleksandr Sergeyeviç Puşkin