Biri mapushanede yatar
Hürriyet
Burnunda tüter
Hatırlanmak
Aranmak ister
Biri hastanede yatar
Medet umar ölümden
Şifa bekler
Kanaryam
Gözüm kadar sevdiğim
Kafeste öter
Uzanamaz
Hiç birini kurtaramaz
Çaresiz şiir yazar
Kırılası elim
Uslu ol
Aklını başına devşir
Delilik etme diyorsun
Sen yanımda iken
Elim saçına değmişken
Ben var mıyım gayrı
Akıl mı ararsın bende
Bu güzel
Yıldızlı yaz gecesinde
Biliyor musun giderek azalıyoruz böyle
sen bir susuşa doğru kırılarak
ben senin susuşunun ardında
nereye gitsek orada olmuyoruz
biliyor musun giderek azalıyor muyuz böyle
akmaktadır günler belki bunlar son rüzgarlardır
çünkü neye değsek ellerimiz yanıyor
yaz kimliksiz bir gülle orada kalakalmış
yaz kalsın orda çocukluğum ağlasın
burda bakışlarımızı sular boğmaktadır.
I
kamera çevrinir
çerçeveler biz hepimizi
biz hepimiz muamma değiliz
belki çoğaltabiliriz ikili
ve ama yarım profilimizi
ve daha dağılmadan dünya
geçirebilir miyiz sınırlarınızdan cinnetimizi
ve yağmur pencerelerinde uzun
uzun hatırat incelikleri
üç vakte kadar kendi burcumuz
üç vakte kadar kendi güneşimizi
daha dağıtmadan
toz aldınız ve parlattınız gümüşlerinizi
çevrinir kamera
çerçeveler biz hiç’imizi
ve şaryo
içimize
ince cinnetimize ince cinnetimize
II
biri bir masal dedi ve gitti
halbuki biz
iyi bilirdik hallerimizi
daha kaç vakit gelecek
gelmeyecek ve geçecek
ah masalar masalar
III
aşkta ve uzun hatıratta
kim bilebilir ki kandilinin
yaz kandilinin
tuzun tadı kandilin
esirgeyen kandilin
içe titreyişini
aşkta uzun ve hatta hatıratta
ah masalar masalar
Kitap-lık Dergisi Kasım-Aralık 2001 sayısı
Bulutları yer değiştirirken. Yağmuru, daha yağmadan. Şehrimizi gitmeden. Gelecek
mektupları, henüz yazılmadan. Mesafeleri tüketmeden. Sabahı, geceden. Gölgeyi,
bizimle yer değiştirmeden. Doğmadan, eprimeden, ağıp gitmeden. Ölmeden.
Yıldızları, kaymadan. Bakmayı uzakken, yasakken. Yok’u, yok iken.
saçlarımı erken rüzgarlarla dağıttım
alnımdaki lekeler eylül ıslıklarından
yüzüm kör bir aydınlıkta nedensiz şimdi
yani nedensizim, yani yolum uzun, gün kısa
alıştım, artık çiçeklerle deniyorum kendimi
son kimliğim de aşınmıştı geceye karışmaktan
gülüşümün adını bulamayacaklar, biliyorum
çocukluğum yaşlanmayacak uğultularda
eskiyen günlerde bir ilenç var, bunu da biliyorum
resimler yırtılırdı bakışlarımdan, yine de üşümezdim
yine de uzanırdım sabahın buğusuna
unuturdum göğsümü delen ışıkları
seni artık yaz sularında aramıyorum
burda geceler yoksul, çocuklar suskun
ve binlerce söz ölüsü ellerimde
ben de susuyorum, sustum artık
sustum ve yüzüm kanamıyor hiç bir güle
Behçet’e şimdi
beni kıyısızlığa bağışlayan
söz’ün adına konuşuyorum:
büyük sular yaşadım yorgunum bu yaz
sır tutmaz aynaları geçtim arkadaşlar
yangınlar yandım
rüzgârlar koşuyordu
rüzgârlar koşuyordu beni yaşamaya
acıdı bir yanım
bir yanım acıdı arkadaşlar susadım
vurdum kıyısızlığa
Seni seviyorum
çağladıkça coşan su
estikçe dellenen rüzgâr
ekildikçe anaçlanan toprak
öğütler bunu bana
seni severken
türküden türküye geçer ırmak
toprak yaz yağmurlarıyla oynaşır
öğle tozlarıyla dolanır rüzgâr ufku
adınla uyarırlar beni
seni seviyorum
bağda çiçeklenen salkım
dalda allanan meyva
öttükçe kendini tüketen kabakçı kuşu
öğütler bunu bana
seni severken
yaz güneşi şehvete boğar bahçeyi
kükürt âdetleriyle solar bağ yaprakları
ballı incirde yaşar -bin bir cilveli- aşklarını
turunç gerdanlı kuşlar
haberler getirir sağdıçlarım
gül kurusu mektuplar
seni seviyorum
hayra yorulan düşler
ceviz sandıkta bekarlığın gül suları
taş yastıklarda zümrütüanka kuşları
öğütler bunu bana
seni anımsayıp yazdığım şiirleri
eline aldığında bilerek oku
sana yazdığım her maktubu
sıkılma sevdiğim gülerek oku
acı sözler söylersem satırlarımda
sana kızdığımın anlamıdır bilerek oku
dertlerimi yazdıysam eğer
kendi dertlerimdir diyerek oku
seni görmeden ölürsem
yırtma mektuplarımı yaşlı gözlerle oku
kapanıp görmezse gözlerim eğer
sonbaharda göç eden kuşları oku….
Eğilip baksan
bir yaz geçiyor pencerenden.
Bir yelken şişiyor açık denizde
deniz bir şarkı tutturmuş
sözleri sığmıyor gökyüzüne.
Sesini duyuyor musun
susan insanların
susan insanların sesini.
Kalbim
duyuyor musun kendi sesini
bir yaz geçiyor pencerenden!
Parlak turuncu üzerine siyah şeritlerle bezeli kıyafetiyle bütün gün uyuduktan sonra, gece davetten davete koşan, gözalıcı kostümüyle dikkatleri üzerine çekmek şöyle dursun, her seferinde gözleri uyuşturup fark edilmemeyi başaran, uzun boylu ve cüsseli; ama çok iyi koşan, yüzen ve tırmanan, uzun otlar arasında ve mağaralarda gölgelenip, kayalık dağlarda güneşlenen, suların ve ormanların sofrasında “buyurun” denilmesini beklemeyen kaplanlar var aramızda.
Hala aramızdalar, yüz binden yedi bine düşse de sayıları. Bir yüzyıl sonra hâlâ aramızdalar; çünkü; iki aylık bir bebek annesinin memesini ancak bulurken, onlar iki aylıkken anneleriyle avlanmaya çıkar, altı aylık bir bebek ancak hecelerken, onlar altı aylıkken öldürmeyi öğrenir, on altı aylık bir bebek henüz yürürken onlar on altı ayda usta bir avcı olurlar. Artık karanlıkta gördüğünüz, rüzgârda salınan bitkiler değil, avlanmaya çıkmış bir kaplandır sadece. Hangi hırsızdan öğrenmiştir yürümeyi bilinmez ama iyi öğrenmiştir ve ayak seslerini, nefes alıp verişini ve yüreğinin gümbürtüsünü duyurmadan ağır ağır yaklaşır avına; atılır, kavrar ve dişlerini boğazına geçirir.
“Tiger, tiger, burning bright
In the forest of the night
What immortal hand or eye
Could frame thy fearful symmetry? (1)
Kaplan, kaplan gecenin ormanında
Işıl ışıl yanıyorsun
Hangi ölümsüz eldir ya da göz
Senin müthiş yapını kuran? ”
İşte sürüklüyor avını, sessizliği sese katarak, yüzlerce metre sürüklüyor; antilopu, bufaloyu, domuzu. Uzun otların arasına götürüyor; yalnız yiyecek. Ne öğretmen! Bize kudreti ve sesizliği öğretiyor.
“Hangi gök çatlağından sızıyor
Gözlerinin alevi
Hangi kartal kanadı, hangi yürek
Hangi el ateşi kavramaya cesaret edebilir? ”
Sırtı dönükken bile gözleri çullanıyor üstümüze; kulaklarındaki beyaz noktalar karanlıkta göze benziyor ve ona göz diken yırtıcılar, o başka tarafa bakarken kendilerine baktığını sanıyorlar.
“Ve hangi omuz ve hangi sanat
Bükebilir kalbinin kirişlerini
Ve senin kalbin çarpmaya başladığında
Hangi heybetli el ve hangi heybetli ayak”
İşte kaplan efsanelerimize giriyor ve biz cesareti, hırsı, kudreti, şehveti ve aşkı onun sırtına yüklüyoruz. Avcılarımız bir kaplanı anlatamadan öldüklerinde ölüyorlar gerçekten, ressamlarımızın kollarına kan, ancak fırçalarını turuncuya ve siyaha batırdıklarında geliyor ve şairlerimiz kelimelerini kirli beyaz beneklerine sürmeden yazamıyorlar.
“Hangi çekiç, hangi zincir
Hangi ocaktaydı beynin
Hani o örs, nerde yumruk
Dehşetinden ürkmeyen.”
İşte kaplan insanı korkutuyor; halbuki avlanma yeteneğini kaybetmiş olması gerek insana dokunması için; yaşlı, yaralı ya da yavrulu olması gerek. Kaplan ancak o zaman kolay bir av olarak insana tenezzül ediyor.
“Yıldızlar mızraklarını aşağı fırlattıklarında
Ve suladıklarında cenneti gözyaşlarıyla
Gülümsedi mi yaratan harika eserine
Kuzuyu yaratan mı seni yarattı? ”
Oklarımızı ve mızraklarımızı, yani sessizliğimizi terkedeli çok oluyor; kaplanların öğrettiği gibi değil, kendi bildiğimiz gibi avlanıyoruz artık. Onları, kürklerinin üstünde sevişmek, azalarından afrodizyak yapmak için öldürüyoruz. Bazen de öldürmeden elde etmek gerekiyor onları; ormandan çıkarıp sirke sokmak gerekiyor, ormandan çıkarıp hayvanat bahçesine.
“Kaplan, kaplan gecenin ormanında
Işıl ışıl yanıyorsun
Hangi ölümsüz eldir ya da göz
Senin müthiş yapını kuran?
Hayır, kaplan gecenin ormanında bir kor gibi yanmıyor artık. Karşısında suni bir gece, suni bir orman, suni bir göl, suni bir av ve gerçek bir insan var; parmaklıkların arkasında çocuğuna, “İşte bu kaplan! ” diyen.
***
İşte bu kaplan da sinekler tarafından öldürüldü, hem de uyutularak! Hayır, çakalların tuzağına düşmedi, hastayken aç bir arslan parçalamadı onu. Kasları gevşedi, solunum hızı düştü, göz kapakları ağırlaştı. Uyku, çeliği paslandırdı, dişi kırdı, tırnağı söktü.
Dünya, sanki daha önce hiçbir kaplanı uyutmamış gibi açtı gözlerini. Haber ajanslarında tuşlara dokunuldu ve kağıttan dereler akmaya başladı:
“ÇEÇE SİNEKLERİ KAPLAN AVINDA!
-Hindistan’da uyku hastalığına yakalanan 11 bengal kaplanı öldü. Veterinerler erken teşhis koyamamakla suçlanıyor.
-Doğu Hindistan’da dünyanın en büyük beyaz kaplan topluluğunuzun bulunduğu Nandankanan Hayvanat Bahçesi’nde çeçe sineği faciası yaşanıyor. 11 kaplan öldü, ikisi ağır durumda olan altı kaplan da yoğun bakımda. Biyopside kaplanların çeçe sineklerinin bulaştırdığı uyku hastalığına (typanosomiyasis) yakalandığı ortaya çıktı.”
Evet kaplanların ateşi yükseldi, lenf düğümleri şişti ve derin bir uykuya daldılar. Üç metre uzunlukları üç yüz kilo ağırlıkları ile ömürleri üç ayı geçmeyen 6 milimetrelik çeçe sineklerine yenildiler.
“Ve hangi omuz ve hangi sanat
Bükebilir kalbinin kirişlerini
Ve senin kalbin çarpmaya başladığında
Hangi heybetli el ve hangi heybetli ayak”
(1) William Blake, Kaplan
MERDİVENŞİİR
TEMMUZ-AĞUSTOS 2005
Sayı 4
ayaklarını göğe değdirdikçe yeşerecek yer
bir ayakkabı güneş bu sabah doğdu
kim kurduysa sıkı bağlamış iplerini
kim yaşamış böyle tepetaklak
benim kumlarım akrepli kumlar
yaslı kumlar ağaçların köklerini yakan
sen çıldırma ağaç çıldırsın yemiş verdikçe
yaprakların arasında ayakkabılar
daha çok gölge daha çok kök daha çok
sallanmana bak sen neler oluyor kainatta
cengaver değilsin cenk kazanına düştün gökten
okunu kendin çıkar büyüsün yaran
büyüsün ki okula yazdırsınlar çivi yazısıyla
isa acısıyla okula yazdırsınlar
bıçakla çizilmiş bu eğri gülümseme
durdukça yazdırsınlar levhi mahfuza
(Gizli Buzlanma’dan)