Kelimeleri dudaklarından değil, ellerinden dökülüyor. Hayır dilsiz değil, dilini uçsuz bucaksız bir yarımada gibi anlamın ölü denizine uzatmış. Yüzeyde en küçük bir kıpırtı yok, en küçük bir dalga. Heykeltıraş mermere dayamış keskisini. Çekicin ilk dokunuşunda, daha ilk parça kopar kopmaz mermer kütleden, derinlerde başlıyor devinme. Çekicin her inişinde balık sürüleri yosunların içine saklanıyor. Koparılan her parça fırtınanın o muhteşem yapbozunu tamamlıyor. Sonunda resim, üzerinde sandalla gezinilen batık bir şehir gibi çıkıyor ortaya ve ürpertiyor ruhları. Suyun yüzeyinde ise hala bir kıpırtı yok. Heykeltıraş “taştan bir gemi” ve “mermerden balıklar” yontmuş göz açıp kapayıncaya kadar. Her yer sessiz, çıt yok fakat “içimizde balyoz gürültüleri.”
Cahit Zarifoğlu’nun şiirinden susarak söz etmek mümkün olsaydı, en yerinde söz bu suskunluk olurdu. Ağzını bıçak açmayan bu heykeltıraşın heykelleri belki o zaman ellerini omuzlarımıza koyardı şiirin sırrının ‘söylemek’ değil ‘susmak’ olduğunu fark ettiğimiz için. Zulalarındaki anlamı yalnız mahkûmlara saklayan sözcüklerin dışarıdakilere verebilecek bir şeyleri yok. Alınmasınlar. Mahkûm olmadan el sürmek yok mahrumiyetin içinde saklanan varlığa. Çinli şair “Biz şairlerin yoklukla mücadelesi, onu varlığı ortaya çıkartmaya zorlamak içindir. Sessizliği bir müzik yanıtı almak için tıklatırız” diyor da ağzını bıçak açmayan heykeltıraş günlükten bir yontuyla tıklatmıyor mu kapımızı: “Güneşsiz bir gökyüzü kadife ayaklarıyla geziniyor etrafta. Toplanma yerindekilerin eşyalarına kadar inen sessizliği hiç kimse dağıtmak istemiyor, dağların üzerinde asılı duran borazana sahip çıkmıyorlar. Oysa hayat sırtlarında ısırmak üzere arkalarında hazır. İyice beyazlaşan göğün üzerinde soluk bir iki yıldız, hala ufkun altında olan güneşin ağır gövdesini bir parça daha yukarı kaldırmasıyla dağılıp gitti.”(Yaşamak, Cahit Zarifoğlu, s.133)
Dağların üzerindeki borazana sahip çıkmak kolay değil. Kelimelerin arasındaki boşluğa kendini atıp paraşütünü açmayı gerektiriyor. Kulelere bağlı oyuncak paraşütlerle atlamaya alışmış zihin ve kalp tembellerinin işi değil bu. Okumak yazmak kadar cesaret istiyor çünkü.“Yankı”nın saklandığı sarp kayalara tırmanmak gerekiyor kulak verebilmek için. Şairin göze aldığını göze almak! Zira çakılma tehlikesi şairler için de var. “Yonttuğunu bir taş parçası olarak bırakma tehlikesi”nden söz ediyor Max Frisch. Fakat ağzını bıçak açmayan heykeltıraş teriyle mermeri yumuşatarak yontmaya devam ediyor. Yontuyor, yontuyor, yontuyor, içinden bir şey çıkmayacak korkusuyla kırbaçlayarak kendini. Şairin “Yonttum yonttum/taş bitti sen çıkmadın”(Cahit Zarifoğlu,Ve Çocuğun Uyanışı Böyle Başladı) demesine aldanmayın. Mermer kütle yontula yontula bitmiş olsa da kalan “HİÇ”tir. Yani şiir. Hani sufilerin hat sanatıyla ebedileşen “hiç”i. Hani yokluğun omuz omza durarak var olanı çerçeveleyen levhası: HİÇ-HİÇ-HİÇ! Acaba İsmet Özel de bu yüzden mi “Hiç” dedi şiire.
“Yaşamayı bileydim yazar mıydım hiç şiir?
Yaşamayabileydim yazar mıydım hiç şiir?
Yaşama!
Ya bileydim?
Yazar: Mıydım
Hiç: Şiir”
Kırk yedi yıl yaşamaya çalıştı ağzını bıçak açmayan heykeltıraş. “Yaşamak” ismini koyduğu günlüğüne yazdığı ilk satır şuydu: “Ne çok acı var! ” Bu yüzden hep kaskatı kesilmiş heykeller yonttu acıdan. Acı duymuş gibi yapmadı. Canı yandı gerçekten! Heykellerini yaparken kendi ellerini yonttu. “Ellerimi bıçakla/yontacağım deniyor/İlkel bir sevinç destan ve kan/Şiir en safından/Sonra soyut heykeller”(Cahit Zarifoğlu, Ben Dirimle Doğrulurken) Sonra acı merhamete dönüştü ve soylu bir mümin nasıl yaklaşırsa çıkmazlara, öyle yaklaştı. “Korku salardı inceliğin acıman tevazuun/Dünya ve insan çıkmazlarına yumuşak bakışın.”(Cahit Zarifoğlu, Kayıt) Acıtır gibi yapmadı, Maraş bıçağıyla söğüt dalı soyar gibi kavlattı ruhları. Şaşırdı ve şaşırttı. Korktu ve korkuttu. “Sizi şaşırtıyorum. Sanatım/ Fakat ben korkutuldum.” (…Ve Çocuğun Uyanışı Böyle Başladı) Ağzını bıçak açmayan heykeltıraş bu yüzden kelimeleri yeniden oydu. Az yürünmüş yollardan bile yürümedi, yürünmemiş yollar açtı ormanda. “Uyan şairim uyan! ” diyerek şairleri ıssız bozkırlara çağırdı. “Onlara ilk hamlede, bildikleri kelimeleri, şimdiye kadar aşinası olmadıkları şekilde kullanmayı öğret. Sen aşk deyince, bilsinler ki artık, o şimdiye kadar bildikleri değildir. Sen görev deyince, ellerindeki görev demetleri buruşsun. Başlarının üzerinde ilahi nazarın bir tek an bile eksik olmadığını yaşamaya başlayarak, gerçek bir sorumlulukla belleri ikiye katlansın…”diye mırıldandı kendi kendine, “özgünlük” ve “sorumluluk”u hatırlattı. (Cahit Zarifoğlu, Zengin Hayaller Peşinde, s.58)
Şiire vurulacak neşterin adlarıdır bana göre “özgünlük” ve “sorumluluk.” İşte bu yüzden Cahit Zarifoğlu’nun yanında saf tutmak gerekiyor. Haydi arkadaşlar! Ne bekliyorsunuz! ! !
(Hece Özel Sayı 126-127-128, 2007)
Her oyunun bir eşref saati vardır akrep ve yelkovanın kaskatı kesildiği, aklın gizli düğmesine dokunup, film bitmeden salonun ışıklarını yakan.
Teşrifatçıların kaçışan kirpilere göz kovuklarınızı gösterdiği, rüyaya devam etmeyesiniz diye gözbebeklerinizi incittiği, perdenin hayallerinizin hamaklığından vazgeçip beyaz bir gulyabaniye dönüştüğü an… Oyunda olduğunuzu fark ettiğiniz ürpertici bir kesittir bu. Filmin içinde sıcak şekerler gibi eriyip akarken yanan ışıklarla beraber sinemada olduğunuzu fark edip koltuğunuzda buz kestiğiniz o an, bir cümle ruhunuzda yanıp sönerek işaret vermeye başlar: “ Artık bu oyunun tadı kaçtı! ” Bu öyle bir sinyaldir ki hakikatin sınırlarına girene kadar peşinizi bırakmaz. Bahçede oynayan çocuklar nasıl güneşin gitmesiyle beraber evlerinin cılız ışıklarına kelebekler gibi üşüşür ve yorgunluklarını tam o anda hissederlerse, siz de hakikatin evi dışında bir hayat alanınızın bulunmadığını anlar ve derin bir yorgunluğun sürüklediği derin bir sükûnetin eşiğinde bulursunuz kendinizi.
Dede Efendi, yüzlerce besteyle ruhlara bal şerbeti döktükten sonra bir gün öğrencisi Dellalzâde İsmail Efendi’ ye “ Artık bu oyunun tadı kaçtı! ” dediğinde devir Sultan Abdülmecid devriydi. Yenikapı Mevlevîhânesi’ nde 1001 günlük çilesini doldururken bestelediği “ Zülfündendir benim baht-ı siyahım” şarkısıyla dostluğuna mazhar olduğu III. Selim tahttan indirilip şehit edilmiş, IV. Mustafa’ nın tahta geçmesinin akabinde Kabakçı Mustafa ve Alemdar Mustafa Paşa vakaları yaşanmış, II. Mahmud’ un tahta geçişiyle durulmayan siyasi olaylar Dede Efendi’ nin ruh ikliminde soğuk rüzgarlar estirmişti. Fakat bütün bunlardan öte bir durum vardı ki, “ Yine bir Gülnihal aldı bu gönlümü” diye nazire yapsa da gönlünü razı edemiyordu bu yeni duruma. III. Selim zamanında sarayın pencerelerini tıkırdatan yabancı notalar, II. Mahmud zamanında tavanlarda çınlamaya başlamış, Sultan Abdülmecid döneminde ise yerli notalara nefes aldırmaz olmuş, yani oyunun tadı kaçmıştı.
Hammamîzade İsmail Dede Efendi “ yandım” dedikçe yeni yangınlar yağdı üstüne. Önce şeyhi ve hocası Ali Nutkî Dede’ yi verdi toprağa, sonra üç yaşındaki oğlu Salih’ i. Can havliyle tutundu notalara yine, ateşi ateşle söndürmeye çalıştı. “ Bir gonce femin yâresi vardır ciğerimde/ Ateş dökülürse yeridir âh serimde/ Her lahza hayali duruyor dîdelerimde/ Takdire nedir çare bu varmış kaderimde” diyen Dede Efendi’ nin kaderinde bundan daha fazlası vardı. Üç sene sonra eşi Rukiye Hanım gitti Salih’ inin yanına. İki sene sonra da altı yaşındaki oğlu Mustafa annesinin. Ne yapsın dede “ Yine zevrak-ı derûnüm kırılıp kenâre düştü” demekten başka. Kırkikindi yağmurları gibi yağdırmasın mı Mevlevî âyinlerini art arda. Şakir Ağa’ nın “ Ferahnâk oyunu” nu bozmasın mı! “ Şakir sen onunla güreşemezsin! ” dedirtmesin mi Sultan’ a. Müezzinbaşı Zeynelâbidin Efendi’ nin “ Ferahfeza tuzağı” nı birkaç dakikada yaptığı besteyle yerle yeksan etmesin mi!
Ah ferahfezâ! Bir de ferahfezâ âyini var Dede’ nin. Yere göğe koyamasa da herkes bu görkemli besteyi, sırf Sultan’ ın isteği üzerine yaptı diye, daha altta görüyor diğer âyinlerinden. “ Diğer âyinlerimi hep şeyhlerimin emir ve tarifleri mucibince bestelemiştim. Ferahfezâ’ yı ise padişahın emriyle bestelediğim için o kadar ruhlu olamadı; onlardaki zevk ve neşeyi Ferahfezâ’ da bulamıyorum… ” diyor. Beş yüz özgün besteyle musikiye yeni bir kimlik kazandırabilmenin arkasında işte bu ruh var. Bu ruh var “ Ey Sâlik diyem bir söz ki haktır” , “ Habîbullah cihana can değil mi” , “ Bir ismi Mustafa bir ismi Ahmed” ilâhîlerinin. Araban-kürdî’ nin, hicaz-bûselik’ in. Neveser’ in, sabâ-bûselik’ in ve sultânîyegâh’ ın.
İşte bu ruhla vasıl olmuştur yüzyıllar içinde makamı unutulan “ Taleal Bedru aleynâ” ya. Son Peygamber karşılanırken bir ağızdan söylenen o coşku notalarına. Rüyasında dinlemiştir mânâ yurdundan, bestesi lutfedilmiştir pîrine musikinin. Uyanır uyanmaz kayda geçirmiştir bu ilâhî sesi. Bir işarettir belli ki bu kutsal topraklara onu çağıran. Kâbe tavaf edilir de Dede hatırlamaz mı Yunus’ u! “ Yürük değirmenler gibi dönerler/Gönül kâbesini tavaf ederler/Muhammed’ in kösü çalınır bunda/ Ol sultanın demi sürülür bunda” İşte son bestesi bu Şehnaz ilâhîdir. Muhammed’ in kösü çalınmış, Tanpınar’ ın tanımıyla müzikteki “ Asıl âleti insan sesi” olan Dede, Mekke’ de susmuştur. Zira tadı kaçmıştır dünya oyununun.
Zarfın üstüne ismini yazıp postanedeki memura uzatıyorum. Memurda zarfı geri uzatıyor bana. Bunun üzerine yaşadığın şehrin ismini yazıyorum. Memur başını iki yana sallayıp, geri veriyor zarfı. Bu defa oturduğun semtin ismini ekliyorum. Hayret, zarf yine karşımda.. Cadde ismi de yetmeyince, sokağın adını yazıyorum. Fakat, memur ısrarla kaşlarını havaya kaldırmaya devam ediyor. Bu sefer apartmanın ismini yazmak zorunda kalıyorum. Memur “numarası” diye azarlıyor beni. Apartmanın numarasını da yazıp hışımla veriyorum zarfı. Memur ayağa kalkıyor… Bir adım geri çekiliyorum. “Daire numarasını da yazacaksınız! ” diyor, nazikçe.. Daire numarasını da yazıyor, sonra kendimden emin bir şekilde gülümseyerek uzatıyorum zarfı.. Memur önce cebinden bir mendil çıkartıp alnındaki terleri siliyor. Sonra sesini kalınlaştırarak: “Pul” diyor.”Pul! ”
Demek yazdıklarımı sana ulaştırabilmek için küçük bir bedel ödemem gerekiyor. Elimi cebime atıp bozuk para arıyorum. Bozuğum yok. Cüzdanımdan çıkarttığım kağıt parayı uzatıyorum memura.O, kağıt parayı önce parmaklarıyla yokluyor,sonra ışığa tutuyor. Aman ALLAH’ım! Yüzündeki ifade değişiyor memurun. Bağırmaya başlıyor:
-“Sahte bu, sahte! Bu mektubu gönderemezsin! ”
İkinci cümlede gizli bir sevinç hissediyorum.
Sevgili Dost,
İşte eline geçmeyen son mektubumun hikayesi bu. Postanedeki memur haklıydı. Çünkü Sokrates’in; “Hiç bilmemek eksik bilmekten yeğdir” sözünü bilmese de, eksik bir adresle gönderilen mektubun yerine ulaşamayacağını çok iyi biliyordu.
Sevgili Dost,
Hayat, bilgi istediği gibi bedel de istiyor. Ekmeği tanıman yetmiyor, onu sofrana götürebilmek için bedel de ödüyorsun. Postanedeki memurun “pul! ” diye feryat etmesi boşuna değil… Hayat bedel istiyor…
Sevgili Dost,
Postanedeki memur, kağıt parayı ışığa tutarak “sahte” olduğunu anladı. Sen nasıl ayıracaksın sahteyle gerçeği. Acaba nasıldır sahtesi basılamayacak dostluğun resmi..?
Sevgili Dost,
İnsan bir bakışla ne görebilir..?
Posta Kutusundaki Mızıka
Şule Yayınları 59. Baskı
(Günlüğümden)
Bulunca bir mevzu, yazarken şaşırırım;
“Neresinden, derim, ben bunu işleyeyim?
O kilit gibidir benim için, yok anahtarım,
Büyük bir settir, yok çıkmağa merdivenim.
O kayıktır, yok yanımda küreğim,
Böylece içimde kalır pek çok hislerim.
Ya da fikrimi etmektedir tenkit,
Etmesem bile ben ona iltifat.
Düşünürsün birşeyi, sana doğru gelir gibi,
Şüphe düşer içine, dersin, yok o da doğru değil.
Bana nasip olmadı hâlâ, hakikate olmak vâsıl,
Bilmem neden, ayrılmadı sağ ile sol.
Ey Tanrı ‘m, nasıl kurtulacağım şüpheden?
Kurumaz neden, şüphe teri bu alından?
Tanrı ‘m, bu karanlık ne zaman sona erecek,
Ne zaman yol alacağım, göğsüm ile yararak?
Kış, boran, soğuk hava, yaprak gibi kar yağar;
Rüzgâr kovar kart, kar, “düşeceğim diye direnir.
Eser rüzgâr, uğuldar, kar hep şiddetini artırır;
O sırada, caminin yanında kör bir yaşlı durmakta.
Gece gündüz hep orada, her Allah ‘in günü,
Torbası elinde, dilenir yaz ve güz, bahar, kış günü.
Acınacak hâl, acınacak hâl, pek zordur, pek zor;
Versenize bir tiyin yalnızca, tenge değil, tiyin.
Anlatayım şimdi size: bu kişi pek zengin idi;
içtiği, baldan şekerden, yediği sadece yağ idi.
Bir zamanlar tutmuştu şöhreti, şanı,
Bu kör ihtiyarın, Kazan, Hanıkirmen, Astırahan.
O mandıraları nasıl anlatsam, o sayısız malları,
Hangisini istersen hazır: gülleri mi, alları mı?
O üç atlı, o çok güzel faytonları,
Nerede o tilki kürkleri, nerede ah o elbiseleri?
Güzeldi, pek güzeldi, daha fazla ne diyeyim?
Anadan doğma, görüyor musunuz, versenize bir giyecek.
Bütün efendiler idiler bu ihtiyarın meftunları,
Kalmadı bu ihtiyar için yapmadıkları efsunları!
Başları önlerinde, sağa-sola çevirerek,
Yürürlerdi yaşlı adamın yanında yorga tay gibi
yorgalayarak*
Nerede o zenginlik günlerindeki sevgili dostları,
Nereye kaçtı hepsi: Gaynükleri, Ehmüşleri?
Acınacak hâl! Acınacak hâl! Pek zor, pek zor;
Versenize bir tiyin yalnızca, tenge değil, tiyin.
Beş vakit namaz ehline el açıp kalır;
Görmezki hazret bu ihtiyarı, yalnızca göz ucuyla bakar.
Ya öyle mi? – Akçe varken dost da var, yâr de var;
Akçe kokusu çıkmazsa, var olan da yanından kaçar.
Bir çıtırdı işitsem, yüreğim ağzıma gelir;
Şüphelenirim: itiraz etmek için vicdanım gelir.
Şaşırırım: Yok iyi iş, yatınca da, kalkınca da;
İş yaptırmağa her ân karşıma şeytanım gelir.
Ne gördüm bu cihanda? Ne yaptım? Düşününce;
Karşıma, hakikat yolundan ayrıldığım gelir.
Şiir söylerim, lâkin şiirimden fayda var mı halkıma?
İlhamım melekten mi, yoksa şeytandan mı gelir?
Doğru, şairlik ile gerçekten malûl olmalıyım ki,
Birbiri ardınca sıralanarak, meydana dîvânım gelir.
Sanırım, yeryüzü cehennemdir benim için;
Bir tanecik şiir yazarsam, cennet ve Rıdvan ‘im gelir.
Karaladığım her kâğıt, sanki bağ ve bostan olur,.
Her harfle karşıma Vildân ve Gılmân ‘im gelir.
Şiirimi yazarım, basılır, ben hâlâ endişeliyim,
Var yok ile fikrime, ismimi ilânım gelir.
Hiç beğenmem yazdıklarımı sonra ben,
Gözümün önüne, her zaman noksanım gelir.
Bir ân gelir, her saadetten ümidimi keserim,
Birdenbire ikbâl adlı çolpanım gelir.
Parıldar o, göklerimde, ümidimi artırır,
Gözyaşımı silmeğe, sanki, nazlı sevgilim gelir.
Türkü söylerim, durduğum yer dar bile olsa,
Korkmam, sevgili milletim Tatar da olsa;
Göğüs gerip karşı dururum, bana millet,
Şimdi ok atıp, ateş edecek de olsa.
Sağa sola sapmam, ileri atılırım,
Yolda engel görsem, durmam aşarım;
Elinde kalem, yazıp duran genç şâire,
Bilinir ki, korkmak, ürkmek haram.
Endişelenmeyiz düşmanın gücünden biz,
Bugün artık Ali ile Rüstem’le denkiz;
Şâir ömrü boyunca kaygılanır, acı çeker,
Dalgalanmadan durulmaz engin deniz.
İyilik karşısında eririm ben, bal mumuyum,
Överim iyi şeyleri, tatlı dilliyim;
Kötülüğü kınarım, övemem!
O hususta pek katıyım, affedemem!
Kötülükler çileden çıkarır beni,
Sanki sopa ile döverler beni,
“‘Neden böyle? , “Olmaz diye söyletirler,
“Ahmaklar, aptallar derim, öfkelenirim.
Eğer atsa haksız yere, tek tek oku, atıcı,
Ben derim, dost, bu atışın yersiz,
“Hatalı atış yaptın, arkadaş geri al okunu,
Dostluk gösteririm sana, vurduğuna bakmadan.
Kederlenince gönlüm, şiirim gamlı olur,
Pişti diye düşünürüm, ama çiğ olur;
Uçurmak isterim göğsümden bülbül,
Birdenbire miyavlayan kedi olur.
Överler allı güllü, renkli şeyleri,
Lezzetler oluverir zehir; acı;
Böylesine acı acı, zehir yazsam da ben,
Anlaşılmalıdır iyi niyetimin tamamı.
Puşkin ile Lermontov ‘u örnek alırım,
Yavaş yavaş yukarıya yükselirim;
Dağın zirvesine çıkıp bağırmak istersem,
Koca dağdan, düşerim diye korkarım.
Maksada ulaştıkça, gide gide yol kısalır,
Bir yerlerde yatan hislerim uyanır;
Eğri değilim, doğrulmaya mezar beklemiyorum,
Tanrı ‘min feyzi gönlümde iz bırakır.
Tenimden ruhum, çık, Tanrı ‘na yönel, git, dön geri!
Gitti ruhumun gıdası, döndü istibdat geri.
Gülme sen de, bu yalan dünyaya hiç bir zaman,
Ey güneş! Ebediyen çıkma, karar, bat tekrar.
Bahardır diye başınızı kaldırmayın, güller, goncalar!
Bilin ki, yanarsınız: Yeryüzü alevli istibdat yeridir!
Kalmasın dostluk, muhabbet, gerçek sevgi dünyada,
Burası cehennemdir, değildir Ferhat ile Şirin ‘in yeri.
Hizmeti bırakınız, zekiler, akıllılar ve dâhiler,
Bir daha doğmamacasına yok ol, sen de, istidat,
Siz de ey öldürücü hastalıklar, yerinizi terk ediniz,
Hepinizi içine alacak ölçüdedir, döndü istibdat,
Siz de mazlumlar güruhu, Tanrıya el uzatmayınız,
Kıyamet gününe kaldı haklar, reddedildi hepsi,
içki âlemleri, müzikler, danslar, oynamak, gülmek,
Herşey bitsin artık, yeryüzü sâdece feryat yeridir.
Ey kalem sen doğruyu yazma, göz boya, yalan yaz,
Bu mudur, doğruluk şiirlerini okuyup yazma yeri?
Yıllar geçip gitse, yaşlansam da,
Belim bükülüp, zayıf düşsem de,
Gönlüm benim genç kalır, hiç yaşlanmaz,
Ruhum kuvvet bulur, zayıf düşmez.
Göğsümde benim şiir ateşi varsa,
Koyarım dağı, dağın üstüne, yaşlansam
da, Gönlüm ferah, mevsim artık yaz,
Şâir gönlünde kış olmaz, kar da yağmaz.
Olamam, hayır, yaşlansam da gerçek yaşlı gibi,
Oturamam yalnız, hayâl kurarak;
Kurulamam, Tanrı emretse bile, soba başına,
Şiirlerimden gelir bana gerekli sıcaklık.
Şiir söyleye söyleye ölürüm, vâdem yetince,
Soru sormam Azrail’i görünce;
“Bizgideriz, siz kalırsınız! , derim şiirle,
Cesedim toprağa gömülürken de.
Toprak yeşermez, çiçek açılmaz, düşmezse yağmur damlası,
Nasıl yazsın şiiri şâir, olmazsa ilhâtncısı.
Bir güzelden hangi şâir, söyleyiniz, ruh almadı?
Bayron mu, Lermontov mu, Puşkin mi, hangisi?
İşe yaramaz bir et parçasından ibarettir yürek,
Parça parça doğramazsa, aşk ve muhabbet makası.
Dişlerinin cevherinden ilham aldım işte,
Ben bu şiirimde, söyleyiniz, inciden nesi eksik?
Tatar şâirlerini geride bırakırım belki,
Yeter ki ileri götürsün beni aşkın kamçısı.
Hiç hükümranlığı kabul edemem, bütün dünyaya ben,
Olmak mümkünken aşk, muhabet hizmetçisi.
Ancak zevklidir de, gizli ıztırap, gizli yanış!
Var mıdır, bilmem benden başka aşkın anlayıcısı? Bütün
yanan âşıkları kendimden üstün zannederdim, Nerede Ferhat
ile Mecnun! Benim, âşıkların en şöhretlisi!
Gönül arınır, bütün düşüncelerden,
Dağılır fikirler, hallaç pamuğu gibi.
Gönülde saklanan gizli hazine,
Vakti gelince gider kendi yerine.
Dökünce içimi, boş olur gönlüm,
Edemem hiç birini tahkik ve tahlil.
Bâzıları o zaman bana kızıyorlar,
“Niye yazmıyorsun hiçbirşey, diyorlar.
“Vaktim yok, diyorum onlara, Zaman
bulamıyorum yazmağa. Nasıl ki,
cüzdanınızın dibinde, Bilirsiniz
olmadığını bir korusun bile,
Dilencilere dersiniz “Bende bozuk yok
işte böylece ben de derim: “Vakit yok!
Görüyor musunuz dostlarım, güz geldi dışarıda?
Çok sürmez, gelir ak donlu kış da.
Gitmeye başladı buradan şimdi kuşlar,
Onlar bizden uzak yerlerde kışlar.
Zaferan misali sarardı orman,
Ekinciler de ekinlerini biçtiler.
Tam takır kaldı, Tatar başı gibi kır;
Azık arar, uçar turgay da pır pır.
Çıkıp baş kaldırır, sahrada çim,
Yeşil kadife gibi parlar pırıl pırıl.
Güneş parlaklığını azalttı iyice;
Ne yazık, bastı karanlık, gitti aydınlık.
Kulağı uğuldatır şimdi soğuk yel,
Dolar içe, üfler, körük gibi yel.
Ne derseniz deyin, gönülsüzdür güz, gönülsüz;
Çiçeksiz güz, çimensiz hem de gülsüz.
Mezarltğa benzedi kırlar,
Çimensiz kaldı düzler ovalar.
Ölseydim ben altı aydır,
Eriyip bir uyuklasaydım tereyağı gibi
Öylece uyuyup, bahar gelince uyansam,
Kalkıp, yeşilliklerde otursam,
Mesut olurdum o zaman, pek mesut,
Olurdum padişah, bahtlı ve tahttı.