Yaz Şiirleri

1 Edebiyat Gücünü Nereden Alıyor? şiiri A. Ali Ural ŞiirleriA. Ali Ural
683 kez okundu0

Sorabilir miyim kitabıma

Ben mi yazdım onu gerçekten?

Pablo Neruda

Tamlamalar da niyetlere göredir. “Edebiyat” ve “güç” kelimelerini bir tamlamada yan yana getirebilmek için öncelikle sahih bir niyete sahip olmak gerekir. Niyetimizin sağlamasını yapabilmek için de vakit kaybetmeden şu soruları sormak elzemdir:

“Dilin en yüksek anlatımı” olarak da tanımlanan edebiyat, bizatihi bir güç müdür? Fizik, düşünce ve ahlak yönünden bir etki yapabilme veya bir etkiye direnebilme yeteneğine sahip midir? Yoksa bizatihi bir güç olmayıp, gücünü hayatın başka alanlarıyla işbirliği yaparak, ya da entegre olarak mı temin etmektedir? O alanları besleyip büyütmekte, ya da yozlaştırıp küçültmekte midir? Hiç kimse denemeden gücünün neye yettiğini bilmez.* O halde edebiyat neyi –ya da neleri- denemiş ve gücü neye yetmiştir? Gücünün yetmediği yerlerde iktidarları afrodizyak olarak kullanmış mıdır? Soruyu tersinden de sormak mümkün: “İktidarlar muktedir olabilmek –veya görünebilmek- için edebiyattan yararlanmışlar, edebiyatçıların hazırladığı nesir macunlarını kapabilmek için yarışmışlar mıdır? Dillerinin dönmediği yerde, edebiyatçılar mı şakımıştır onlar adına. Tekerleklerinin dönmediği yerde yazarlar mı gaza basmıştır. Bir Kamboçya atasözü ne güzel anlatmıştır: Sular yükselince, balıklar karıncaları yer; sular çekilince karıncalar balıkları…

Kimilerine göre Fransız ihtilalini gerçekleştiren edebiyatçılardır, tanzimatın ilanına sebep olanlar da… Kimilerine göre edebiyatın gücü dünyayı değiştirmeye yetmez. Tolstoy’a göre “Herkes dünyayı değiştirmeyi düşünür, ama hiç kimse kendini değiştirmeyi düşünmez.” İşte tam burada; bireyin ruh sarayında olup bitmektedir belki her şey? O saraya binlerce insanın hayatı taşınmaktadır. Edebiyatın gücü gözlerimizin görüş alanını büyütmektedir? Diyelim ki mitolojinin yüz gözlü bekçisi Argus’tan ödünç aldık gözlerini. İyi de gördüklerimiz bizi nereye götürecektir? Sadece tanıklık mı edeceğiz? İfade vermeyecek miyiz? Şahitliğin birinci şartı görmekse, ikinci şartı söylemek değil midir? Edebiyatın gücü de zarfı da kullandığı malzemeden gelir diyenler, malzeme dilse, dil nerededir? Madem turnusol değildir dil, deneyde işi nedir?

Hem “Bir yıldız: ‘Ben bizzat kendi kuvvetimle dönüyorum’ diyemez; bir insan da: ‘Ben bizzat kendi yetkimle duyuyor ve düşünüyorum’ dememeli.** Bunalımlar bile edebiyatçıya bahşedilmiştir. Çünkü yaratıcı bir insan için her bunalım, kaderin bir armağanıdır.*** Bu yüzden Dostoyevski, acı çekmenin her şeyi derinden duyabilme imkanı verdiğini söylemekte, Borges, “Mutsuzluğun avantajlarından biri, belki de tek avantajı, onu başka bir alana kanalize etmek zorunluluğudur” demektedir.

Hem, bir eser ne kadar mükemmel olursa olsun, zamanı gelmedikçe görülmez. Edgar Allan Poe, 1843’de Kuzgun’u, George R. Graham’a göstermiş, eşinin açlıktan bitkin bir durumda olduğunu da sözlerine eklemişti. O gün Graham’ın misafir olan tanınmış şahsiyetler eseri küçümseyip, dudak bükmüşler, fakat bir yardım olsun diye de kendisine on beş dolar vermişlerdi. John Milton’un “Kaybolmuş Cennet”i ise ne sağlığında kendisine, ne ölümünden sonra ailesine bir imkan sağlamamıştı. Dahası bu şiir sonraları tamamen unutulmuş, ancak iki yüz altmış sene sonra Lord Dorset tarafından bir mahzende bulunmuş ve Dryden’e gösterilmiş; Dryden şiiri inceledikten sonra şöyle haykırmıştı: “Bu şiiri yazan, dünün ve bugünün en kıymetli eserini vermiştir.”

Sevgili Peygamberimiz (s.a): “Öyle sözler vardır ki insanı büyüler” diyerek edebiyatın insan üzerindeki etkisine işaret etmiştir. Elbette insandan insana fark vardır; etki biraz da şahsa göredir. Manevi donanımlarını kaybeden ya da körelten insanı hangi eser içine alacak. Böyleleri için ancak hayvani taraflarına hitap eden kitaplar (eser olmasalar da) gözdedir.

Edebiyat kalelerinin yerlerini reklam kulelerine bıraktığı bir gündeyiz. Tanrı’yla bağını koparmış bir edebiyatın gücünden söz edemeyiz.

*Goethe

**Voltaire

***Zweig

HECE HAZİRAN 2005

Sayı: 102

A. Ali Ural

2 Olvıdo şiiri A. Ali Ural ŞiirleriA. Ali Ural
1016 kez okundu0

Çekilen deniz, ıslak kumlar bıraktı karada. Çekilen sürme gözü kararttı. Çekilen koşucuya kara madalya. Çekilen ordular kara saplandı.

Çekilmek, yer açmaktır yeni gelene. Yeni gelen, yeni gelin gibi nazlı değil, hoyrattır. Kaba elleriyle karıştırır çeyiz sandıklarını. Bohçamızdan kan kokan kederler çıkarır. Çünkü çekilmiştir güneşin saltanatı. Sultan çekilip gitmiştir sırtını dönüp şehre. Şimdi yeniden özletmek için kendini, gün akşama bırakmıştır yerini. Akşamsa günden kalan renkleri, bir bir siyaha boyar kara elleriyle. Akşam ki, yalnızlığımızdır.

Hoyrattır bu akşamüstüler daima.

Gün saltanatıyla gitti mi bir defa

Yalnızlığımızla doldurup her yeri

Bir renk çığlığı içinde bahçemizden,

Bir el çıkarmaya başlar bahçamızdan

Lavanta çiçeği kokan kederleri;

Hoyrattır bu akşamüstüler daima.

Kim sığınmamıştır nisyanın kalesine? Kim terketmemiştir hafızasını? Zamanı mahmuzlayıp atının terkisinde, hatırlama şeytanından kim kaçmamıştır. Esir düştüğünde bu yorgun kale, yangın çıkartır doğduğun evde. Ki o evden fırlayan oklar, hatrın kapılarına yağar. Verir beşiği gecenin ellerine, bütün yenilenler, kaybolanlar, mahzunlar…

Dalga dalga hücum edip pişmanlıklar

Unutuşun o tunç kapısını zorlar

Ve ruh atılan oklarla delik deşik;

İşte, doğduğun eski evdesin birden,

Yolunu gözlüyor lamba ve merdiven,

Susmuş ninnilerle gıcırdıyor beşik

Ve cümle yitikler, mağluplar, mahzunlar…

Dilin ucuna kadar gelmiş ama söylenmemiştir. Yarısı yazılıp yırtılan şiir. Hem aşk, yarım kaldığında aşk, şiir terkedildiğinde şiir. Ne zaman değse büyülü eli, bulut o zaman bulut, o zaman uçmakta kuş. Ne zaman yağmur pencereyi tıklatsa, kulak ver sabaha, aşk söyletiyormuş…

Söylenmemiş aşkın güzelliğiyledir

Kağıtlarda yarım bırakılmış şiir;

İnsan yağmur kokan bir sabaha karşı

Hatırlar bir gün bir camı açtığını,

Duran bir bulutu, bir kuş uçtuğunu

Çöküp peynir ekmek yediği bir taşı…

Bütün bunlar aşkın güzelliğiyledir.

Hem olgunlaştırır, hem buharlaştırır yaz. Zalim bir çiftçi gibi devşirip meyveleri, bir daha asla sana uğramaz. Kolkola halay çeken eski zaman kızları. Nasıl tarif ederler bilmem aşkları. Ay kolkoladır ne varsa yerde. Halayda kolkola girmemek olmaz. Nasıl sürüklenirse ay bahçelerden, nasıl dalgalanırsa fısıltıyla etekler; aşk öyle biter…

Aşklar uçup gitmiş olmalı bir yazla

Halay çeken kızlar misali kolkola.

Ya sizler! ey geçmiş zaman etekleri,

İhtiyar ağaçlı, kuytu bahçelerden

Ayışığı gibi sürüklenip giden;

Geceye bırakıp yorgun erkekleri

Salınan etekler fısıltıyla, nazla…

Çiçekler ne çok şeye tanıklık eder. Dostluklar, ölümler, düğünler, aşklar… Solmasalardı döneceklerdi, yalan yemin edilen ebedî aşklar. Oysa kar kucakladı baharı. Işte ömrün en güzel aldanışı! Ayak izlerine serpilen çiçek. Olmayacak baharların şarkısı.

Ebedî âşığın dönüşünü bekler

Yalan yeminlerin tanığı çiçekler

Artık olmayacak baharlar içinde

Ey, ömrün en güzel türküsü aldanış!

Aldan, gelmiş olsa bile ümitsiz kış;

Her garipsi ayak izi kar içinde dönmeyen aşığın serptiği çiçekler.

Ya sen! Sen değil miydin yüzüme vuran. Dalların arasından akan gümüş su. Ben yüzümü o suyla yıkadım. O suyla geçti ölüm korkusu. Oysa senin ölümsüz aksin. Bırakmıyor peşimi şu akşam vakti. Sürüklemek için hatıraları. Rüzgar seninle yer değiştirdi.

Ya sen! ey sen! esen dallar arasından

Bir parıltı gibi görünüp kaybolan

Ne istersin benden akşam saatinde?

Bir gülüşü olsun görülmemiş kadın,

Nasıl ölümsüzsün aynasında aşkın;

Hatıraların bu uyanma vaktinde

Sensin hep, sen, esen dallar arasında.

Yeter kapansın o tunçtan kapı. Ellerimle açtığım vahşi pencere. Unutuş gemisi beni kurtarsın. Madem denizler çekti derinlerine. Madem sular yükseldi, örttü maceraları. Bir akvaryumu seyreder gibi, bakayım yükselsin kederin dumanları…

Ey unutuş! kapat artık pencereni

Çoktan derinliğine çekmiş deniz beni;

Çıkmaz artık sular altından o dünya.

Bir duman yükselir gibidir kederden

Macerası çoktan bitmiş o şeylerden.

Amansız gecenle yayıl dört yanıma

Ey unutuş! kurtar bu gamlardan beni.

Akşam! Geceye dön, daha zifiri kapla! Unutuş! Kurtar gamdan, beni kucakla!

Olvido, Ahmet Muhip Dranas

MERDİVENŞİİR

EYLÜL-EKİM 2005

Sayı: 5

A. Ali Ural

3 Kim Ki Döner şiiri A. Ali Ural ŞiirleriA. Ali Ural
658 kez okundu0

Sırf kıvrılıyor diye yolu yılana benzetenlerin zehrine bağışıklıyız biz. Yol, ille de bir şeye benzetilecekse; atımızı bağlayıp biz benzetiriz:

Balıkçının yolu misinadır, ucunda ne olduğu belli olmayan. Uçurtma uçuran çocuğa ülkesi görünür ipin ucundan. Her telinden ayrı bir Rapunzel’e çıkılan gür saçlar, yollarıdır aşığın. Bahçıvanlar bilir, duvarlar yoludur sarmaşığın. Biz yol ehli, yani yolcular, razı değiliz yolun yılana benzetilmesine. Ahmet Haşim batan güneşi, kısılan lambaya benzetmiş ne güzel! Biz de benzetelim yolları lambanın fitiline.

Bir lamba hüzniyle1

Kısıldı altın ufuklarda akşamın güneşi;

Söndü göllerde aks-i girye-veşi

Gecenin avdeti sükûniyle

Gecenin sessizliğinin dönüşüyle, kocaman bir damla gözyaşına dönünce göller, ağlamaklı bir yansıma olur batan güneşe. Ki söner, suyla temas edince. Ki söner, yanınca gece.

Yollar

Ki gider kimsesiz, tehî, ebedî,

Yollar

Hep birer hatt-ı pür sükût oldu

Akşamın sine-i gubarında

Onlar

Hangi bir belde-i hayâle gider

Böyle sessiz ve kimsesiz şimdi.

Yolların kimsesizliği insanınkine benzemez. Sessizlik çizgileri uzar da uzar. Hiç kimse yolları evlat edinmez. Belki akşam acır da sarar tozlu sinesine. Tenha ve sonsuz yollar! Hangi hayal beldesine?

Meftûr

Ve muhteriz yine bir nefha-i hayal esiyor,

Bu nefha daları bitâb ü bî mecal uyutur,

Sonra eyler kıyâhı nâlende,

Sonra âgûş-ı ufk içinde ölür…

Bıkkın ve çekingen; yine bir hayal nefesi esiyor… Öyle bir rüzgar ki bu, dalları takatsiz bırakıp uyutuyor koynunda. Sonra inletiyor otları. Sonra ölüyor ufkun kucağında.

Ey kalb!

Seni öldürmesin bu sâye-i şeb,

İşte bir dest-ı sâhir ü mahfî

Sana nûr-ı nücûmu indirdi.

Gecenin gölgesi katilin olmasın ey kalb! Sen ışık iste yeter! Bak sihirli, gizli bir el, sana yıldızların ışığını indirdi. Seni öldürmesinler!

Kuruldu işte, mesâfât içinde, lâl-i mesa

Bütün meâbid-i hiss-ü meâbid-i hulyâ

Bütün meâbid-i meçhûle-i ümid-i beşer.

Duygu mabetleri, düş mabetleri, insanlık ümitlerinin o meçhul mabedleri. Bir bir kuruluyor kızıllığında akşamın. Mesafelerin içinden yükseliyor semaya. Yükseliyor semaya notaları şarkının.

Gurûb içinde bu eşkâl-i bîhudûd-ı zeheb

Zücâc-ı san’at ü fikretle yükselirler hep;

Büyük denizlere benzer eteklerinde sükût,

Sükût-ı nâ-mütenâhi, sükût-ı nâmahdûd,

Sükût-ı afv ü emel…

Öyle bir mimaridir ki bu, sanat ve düşüncenin kristal abideleri, sınırları belirsiz altın şekillere kendi gömleğini giydirmiştir. Sonsuz ve sınırsız sessizlik yakışır böyle bir abidenin eteklerine. Af ve ümit sessizliği, vurur sahillere dalga yerine.

Bir el

Derîçelerde bir altın ziyâ yakıp indi,

Aktı âb-ı sükûta yıldızlar

Bütün sular zehebî herzelerle işlendi.

Demek o geldi; çocukken okuduğumuz hikayedeki. Şair, altın pencereli evin sırrını verdi. Pencerelerde altın külçeleri eritip indi yeniden. Sessizlik suyuna aktı yıldızlar. İşte, işte bütün sular, altın titreyişlerle işlendi. Demek o eldi! Kuyumcu güneşin sanatkâr eli!

Tâ öteden

Şimdi zer gözleriyle tâ öteden

Gam-ı ervâhı vecde da’vet eder

Bütün meâbid-i meçhûle-i ümid-i beşer

Bütün meâbid-i vecdin soluk ilâheleri

Birer birer iniyor, gözlerinde rü’yalar;

Dudaklarında ziyâ-dâr ü muhteriz titrer

Akşamın bûse-i huzû’ eseri.

Altın gözleriyle ta ötelerden, ruhlardaki hüznü yatıştırmak isteyen, insanlık ümitlerinin bütün meçhul mabetleri, coşku mabetlerinin beyaz ilâheleri, birer birer inerken gözlerinde rüyalar, dudaklarında utangaç, ışıklı, parlak akşamın buse izleri var.

Soluk ve gölgeli simâlarında rengi mesa

Nakşeder bir teheyyüc-i rü’yâ:

Biri yorgun semâ-yı lâl’e bakar,

Biri bir gölge meşy ü gaşyiyle

Miyâh-ı râkideye samt ü hâb içinde akar;

Biri bir ergânûn-ı eb’âdı

Dinliyor, gölgelerde ser-be zemîn

Biri altın gözüyle, güyâ ki,

Sana ey kalb ü mübhem ü bâkî

“Gel! ” diyor.

Güneş kuyumculuğa devam etmekte ve akşamın vitrininde sanatının yeni şekillerini göstermektedir. Akşamın rengi soluk ve gölgeli simalarına düşünce, o hayal ilâheleri bir rüya heyecanına bürünmüşlerdir. Biri yorgun, kızıl gökyüzünü seyretmekte, diğeri dalgın bir yürüyüşle durgun sulara sessizlik ve uyku halinde dökülmekte, bir başkası gölgeler içinde mesafeler orgunun yerle göğü kaplayan nağmelerini dinlemekte… Ve nihayet biri altın gözleriyle sana: “Ey müphem ve ağlayan kalp, gel! ” demektedir.

“Gel! ” Bu nasıl tılsımlı bir kelimedir ki, emir olduğunu unutturup bizi hazla titretir. “Gel! ” nasıl bir emirdir ki, söyleyenin dudağında altın gibi şekillenir.

Lâkin

İniyor

İşte leylin zalâm-ı bî dâdı…

Yollar,

Ah ey kimsesiz yollar,

Yolların ey sükût-ı hüzn-eseri,

Bugünün inmeden şeb-i kaderi

Meâbid-i emel ü histe sönmeden bu ziyâ,

Ölmeden onların ilâheleri,

Ah gitmez mi hatt-ı sâkitiniz,

Şimdi zer gözleriyle, ta öteden

Tâ öteden

Gam-ı ervâhı vecde da’vet eden

Uzak meâbid-i pür-nûr-ı vecd ü rü’yâya

Ki câ-be-câ kapıyor bâb-ı va’dini sâye.

Fakat, gecenin amansız karanlığı hızla iniyor. Birazdan sihirli anların üstüne siyah bir perde örtülecek. Yollar! Ey kimsesiz yollar! Hâlâ bir yolcuyu çekemediniz kendinize! Ey yolların hüzünlü susuşu! İnmeden bugünün kader gecesi, arzu ve duygu mabedlerinde bu ışık sönmeden, ölmeden onların ilâheleri, şimdi altın gözleriyle, tâ öteden, ruhların hüznünü vecde davet eden, vecd ve rüya dolu uzak mabetlere gitmez mi sessiz çizgileriniz? Ki o mabetlerin vaad kapısını yer yer gölgeler kaplıyor. Birazdan karanlığa gömülecek vaadler. Birazdan gece kara bir eşkiya gibi kesecek yollarını.

Sırf kıvrılıyor diye yolu yılana benzetenlerin zehrine bağışıklıyız biz. Biz, yol ehli, yani yolcular; “Kim ki döner, biliriz yola çıkmamıştır o”2. Yol ille de bir şeye benzetilecekse, atımızı bağlayıp biz benzetiriz:

Ve yapışırız semadan sarkan ipe!

NOTLAR

1. Yollar, Ahmed Haşim.

2. Pablo Neruda.

MERDİVENŞİİR

KASIM – ARALIK 2005

Sayı 6

A. Ali Ural

4 Beklenen şiiri A. Ali Ural ŞiirleriA. Ali Ural
992 kez okundu0

Sabah, atını çatlatırcasına koşuyor gece içinde. Siyahın dalgalanmasından anlıyoruz hızını. Kan ter içinde gece; sabahı taşıyor çünkü. Gece bitmiyor; sabahın ağırlığı. “Çabuk! ” sözünü duymamak için kara eliyle, kara eliyle sıkı sıkı ağzını, kapatıyor, ışık sızacak açılsa kapı, kapatıyor ve camda beliriyor: “KAPALI.” Bekliyor, dükkan açılmadan alamaz; bekliyor, dükkan açıldığında alamaz; beklemese yükselmezdi eşyanın fiyatı.

Gözlerden kaçan ışık pencerelerde. Hastalar tutuşmuşlar elele, aydınlatmaya çalışıyorlar zifiri karanlığı. Tutuşmuşlar, suları çekilince dünyanın. Bozulmuş med-cezirin saati. Şimdi fısıldıyorlar birbirlerine, kulaktan kulağa korkunç bir sırrı. Dökülüyor ses kulaktan kulağa, yüzden yüze sıçrıyor sarartı. Kimse yüksek sesle söyleyemiyor. Fısıltılar ürpertiyor koridorları. Hastanenin duvarları terliyor. Serum şişelerinde bitiyor sıvı.

Bu haber yarın manşetlere çıkacak. Bu haber, dokuz sütuna basarak ayağını. Kendinden emin ufku süzecek. Ucu yumruklu simsiyah kollarını, kaldırarak bağıracak korkunç bir sesle:

ARTIK SABAH OLMAYACAK! SABAHIN ATI ÇATLADI!

Oysa ne müthiş bir koşuydu bu! Bir koşu, kulvarını melekler çizmiş. Oysa ne müthiş bir koşuydu bu! Geminden bembeyaz köpükler akan. Oysa ne müthiş bir koşuydu bu! Bir at, değdiği yeri ağartan. Oysa ne müthiş bir koşuydu bu!

Fecr-i kâzib, tekzib etmezse bu korkunç sırrı. Morgların kapıları bir bir aralanacak, bir bir aralanacak ölü göz kapakları. Son kez görmek için dünya gözüyle. Gecenin rahminde kalan bebeği. Madem güneş hiç doğmayacak…

Gecenin küreği işlesin artık. Toprak çekiştirsin eteklerinden. Atlarını mahmuzlasın şeytanlar. Şeytanlar bile mazlum beklerken.

Ah beklemek! Ah tırnakları hayatın! Öyle bir bekleyiş ki hepsiyle kıyaslayın:

Ne hasta bekler sabahı,
Ne taze ölüyü mezar,
Ne de şeytan bir günahı,
Seni beklediğim kadar.

Seni beklediğim kadar bekleseydim dağları, yıkılır giderdi bu ayrılık anıtları. Seni beklediğim kadar bekleseydim güneşi, güneş ayla yer değiştirirdi. Seni beklediğim kadar bekleseydim kendimi. Hırsızlar gözlerime ilişemezdi…

Beklenen!

Sen nereden bileceksin! Yaprakları titreten zemheri soğuğudur. Beklenen! Sen nereden bileceksin! Sırtlanların sığınağı bir çift göz kavuğudur. Beklenen! Duraklardaki yüzlere sen hiç dikkat ettin mi?
Beklenen! Bilmem sen hiç bekledin mi?
Saniyeler geçti, dakikalar geçti, saatler geçti, günler geçti, haftalar geçti, aylar geçti, yıllar geçti.
“GEÇTİ İSTEMEM GELMENİ! ”
Sahi geçti mi?

Geçmedi. Çünkü öpülmedi çocuğun eli. Geçmedi. Çünkü bütün seferler iptal edildi. Geçmedi. Çünkü değişmedi ışığın rengi. Geçmedi. Yokluk perdesi hâlâ gölgeli…

Geçti, istemem gelmeni,
Yokluğunda buldum seni;
Bırak vehmimde gölgeni,
Gelme artık neye yarar!
Sabah, atını çatlatırcasına koşuyor gece içinde. Siyahın dalgalanmasından anlıyoruz hızını…
Hastaların gözü perdede!

Beklenen, Necip Fazıl Kısakürek.

MERDİVENŞİİR

ŞUBAT MART 2006

Sayı 7

A. Ali Ural

5 Hidrofobi şiiri A. Ali Ural ŞiirleriA. Ali Ural
678 kez okundu0

cinayeti üstüne yıkarlar diye mi cesede yaklaşmıyorsun
çığrışan kuşlar korkuturken ölüyü, korkutmasa da
ne tarakta kalan saçlar, ne yastıkta kalan uykun
karaltın örtse de ağzının köpüğünü
bir anıt gibi dikilsen de uzakta
kaçmasan da yakalanmamak için
biliyorum
seri cinayetler işledin.

okunaksız ölüler bıraktın sahillerde
kargacık burgacık gözler, akbaba tüyleriyle yazılan
birazdan güneş kapıma dayanacak
seni ihbar etmemem için
ayaklarıma değil
yüzüme kapan!

yüzüme kapan ki orda
bir yıldız bile yeterken başını döndürmeye
başedemeyen koca bir gökyüzüyle
bir deniz var sudan korkan.

sudan korkan ve köpüren ağzıyla
öperken öldüren tekneleri
sudan korkan ve ısırırken
bırakan süt beyaz dişlerini
sudan korkan ne derin korkar
nasıl büyür korku/su
tırnaklar ve saçlar gibi ağır
ve dehşetli.

kuduran bir denizi kim anlayabilir
açılıp kapanan bir akordeondan başka
açılıp kapanan bir akordeon
açılıp kapanan bulutlarıyla
bulutlarıyla örten geceleri üstünü
bulutlarıyla silen ağzının köpüğünü
bulutlarıyla mahrum bırakan
bulutlarıyla emdiren göğsünü.

bukalemun bir kara sürüngeni değil mi
suya atıyor gök sıyırıp giysisini
siyahını, grisini, morunu
güneşini her akşam ve her sabah
ne kadar güzel olduğunu
hangi dalga kızıl
hangi dalga siyah
hangi bulut lâ
hangi bulut mi

sığmıyor yatağına her sabah ve her akşam
korkusunu tekmeliyor, üstü açık yatacak
yıldızlarını tekmeliyor gök
ne kadar güzel, ne kadar çıplak!
sığmıyor, sığmıyor yatağına
batık bir gemi olduğunu düşünüyor gök
balık sürüleri cehennem bordasından
sığmıyor, sığmıyor yatağına
ne yana dönse uğultu
ne yana dönse düşman.

bu nasıl korku; nereye gitse yanında taşıyan delillerini
bu nasıl korku; dudaklarıyla gizleyen dişlerini
bu nasıl korku dudaklarıyla
bu nasıl korku gizleyen dişlerini.

dalgaların içinde binlerce gemici feneri
dalgaların içinde binlerce pusula
dalgaların içinde binlerce kıble
ağır bir dengi çözer gibi
çözer gibi bir kayığı iskelenin ucundan
ağır ağır doğrultuyor köpükten mavzerini.

ateş et fakat vurma
lânetle fakat sarıl
göğü denize yapıştır

enizi göğe kaldır!
(Kuduz Aşısı’ndan)

A. Ali Ural

6 Şiir Beni Neden Seçti? şiiri A. Ali Ural ŞiirleriA. Ali Ural
1010 kez okundu0

Şairler, kendilerini nesnelere ad veren Âdem gibi görüyorlar.(1) Ben Ali’yim.

Şehrin Hakimi değilim.(2) Öğretmeni de.

Belki taş ustalarından biriyim, yonttuğu taşların o büyük yapıya bir şey katmasını isteyen. Ve kopmamasını, o kadim estetikten.

Fotoğraf çekerken metre ayarını bozarım. Bu yüzden resimlerim fludur.

Suyu doldurduktan sonra testiyi kırarım, suyun akışını izlemek için.(3)

Vapura her bindiğimde, can yeleklerinin yanındaki levhadaki “Can Yeleğini Nasıl Kullanacaksınız? ” başlığını okur, gülümserim.

Köpekler daha uzaktan gördüklerinde beni havlamaya başlarlar. Ancak çalıyı dolaşmayı ar sayar, yanlarından yürür geçerim.

Mikrofonu bayrak yarışındakiler gibi birbirlerinin elinden kapıp kaçanları saha kenarından izlerim, ne susarak, ne konuşarak.

Hüzün, demeden hüznü, acı demeden acıyı, aşk demeden aşkı anlatabilirim.

Mürekkebe su katmam, çoğalması için(4)

“Evet, özür dilerim. Kusuruma bakmayın. Yazmamak elimden gelmiyor”(5)

Kızmamak da haksızlıklara(6)

Fotoğraf çekilirken kalabalığın arkasında kalırım. Ve hayret içerisinde kalırım ne zaman bir futbol takımı gibi yarısı çömelmiş, yarısı ayakta objektife bakarak poz verenleri görsem.

Sonra sevinirim; iyi ki bu fotoğrafta yokum ben!

Şiir neden mi beni seçti?

Kim bilir,

belki de bu yüzden.

(1) “Her genç şair, kendini nesnelere ad veren Âdem gibi görür. Gerçekte Âdem değildir, üstelik arkasında köklü bir gelenek vardır. O gelenek de yazdığı dil ve okuduğu edebiyattır.” Borges

(2) “Şair, şehrin hakimidir, ama şehrin bundan haberi yoktur.” Browning

(3) “Sen kapları, testileri hele bir kır sular nasıl bir yol tutar gider” Mevlâna

(4) “Yeni şairler mürekkebe çok su katıyorlar” Goethe

(5) Borges

(6) “Pek öyle bir şey değildir şiir

biraz fazlası Antiller’deki kasırganın” Raymond Queneau

MERDİVENŞİİR

TEMMUZ-AĞUSTOS 2005

Sayı 4

A. Ali Ural

7 Özlemek Mi Oğlum… şiiri A. Ali Ural ŞiirleriA. Ali Ural
1010 kez okundu0

Hasırla kaplanmış yeryüzünde çıplak ayaklarıyla yürüyor. Üzerinde yürüdüğü zemin tuhaf bir güven duygusu uyandırıyor onda. Hasır bitse sanki ayağı boşluğa basacak. Çocuk gözlerinin marifetiyle çekip uzatarak şehrin en ücra mahallelerine kadar her yerini hasırla örttüğü İstanbul’da minik ayaklarıyla durmaksızın koşmak istiyor babası selam verene kadar. Babası selam verdiğinde marangoz cetveli gibi camiye doğru hızla geri çekilen hasır çok geçmeden ayaklarıyla ayakkabılarını yeniden bir araya getirip onu Fatih Camii’nin avlusundan mahallesine uğurluyor. Mahalle; ağaçlarına tırmanılan, sokaklarından at arabalarının geçtiği, kahvelerinde nargile içilen, evlerinin camlarından biberden kolyeler sarkan, satıcıların seslerine çocuk seslerinin karıştığı, mevsimine göre çamurla tozun yer değiştirdiği, selamın bakırdan dudakları, gözleri ve elleri, ateşiyle parlatıp gümüşe çevirdiği yer. Çocuğun elinden tutan adam Fatih müderrislerinden Mehmet Tahir Efendi, sofrayı kurmak için babayla oğlun Cuma namazından dönmesini bekleyen, Emine Şerife Hanım, çocuğa gelince Akif’ten başkası değil.Akif’ten başkası değil dört yaşında mektebe başlayıp altmış üç yaşına kadar okuyan. Dört dil edinip dört elle sarılan ilme. Dört kitaptan Kuran’ı ezberleyen. Şiiri sevip dört dönen etrafında. Akif’ten başkası değil, Leyla ve Mecnun’dan mecnunu sıyırıp giyen üstüne. Ve bu elbiseyi hiç çıkartmadan yürüyen gazete sütunlarına, mecmua sayfalarına.

Yanan evi zaruret kollarıyla onu mülkiyeden çekip, fen ve tabiatın kollarına atmasa Baytar Mektebinde olmayacaktı. Ne tuhaf, “Şu sessiz kubbenin altında insandan eser yokmuş” mısrasını daha yazmamıştı. Yazgısı eli ekmek tutup evlenmekti İsmet Hanım’la. Baytar olup dolaşmaktı, Rumeli’de, Anadolu’da, Arabistan’da. Bir kere yürümeye başladı mı insan yürürdü kopana kadar kıyamet. Kıyamet koptu, harpti patlayan! Akif’e düştü yine yollara düşmek; Necid, Medine, Lübnan… Hem bu sefer olan harpten de öte, hilali kazımaktı gökyüzünden niyeti küffarın birleşerek. Yüz binlerce güneşin kopup Anadolu’dan batmaya geleceğini hesap etmeyerek, Çanakkale’de kudurdu düşman.” “Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer; /O ne müdhiş tipidir:Savrulur enkaz-ı beşer…/Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak,/Boşanır sırtlara, vadilere, sağnak sağnak…” İşte böyle bir yağmurda yazdı Akif, Süleyman Nazif’e “Allah’ın şehitleri olduğu gibi şairleri de var! ” dedirten şiirini. Sonra kah kırbaç yaptı dilini uyandırmak için milleti, kah savurdu kılıç gibi göklerde hilal uğruna. Durma vakti değildi, yürümeliydi İnebolu’ya, Ankara’ya, Konya’ya. Kastamonu’da Nasrullah Camisinin tırmanıp minberine bir yıldırım gibi düştü Sevr sözleşmesine. Sonra Ankara’da bir gece fırlayıp yatağından, kağıt bulamayınca duvarına kazıdı Taceddin Dergahı’nın: “Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım/Hangi çılgın bana zincir vuracakmış şaşarım…” Akif’in kahraman ordumuza ithaf ettiği şiiri, ateşledi ruhları yanan bir fitil gibi. Ateşten bir taçtı istiklal.

Sonunda milleti için kurban edip şiirini, Akif Nil’in aktığı beldeye gitti. Koca Ragıp Paşa ondan yüzyıllar önce “Yeter şu Kahire’nin kahrı! ” demişti. Ragıb’ın dört yıl geçirip söylediği bu cümleyi Akif tam on yıl sonra söyledi. “Yaşamaktan ne çıkar, günlerim oldukça heder/Bir güler çehre sezip güldüğü yoktur yüzümün/Geceden farkını görmüş değilim gündüzümün/Seneler var ki harab olmadığım gün bilemem.” Akif’i memleket hasreti öyle kavurmuştu ki Hacıbekir’in dükkanındaki şeker kutularını acıyla seyrederek teselli arıyordu ruhuna. Yorgun ve hastaydı. Ölümün yaklaştığını hissediyordu. İstanbul çığlıklar atarak çağırıyordu onu. İstanbul’u görmek! Tam on yıl sonra! Mısır’ı terk etmeden önce şu mısraları yazdı: “Hepsi göçmüş, hani yoldaşlarının hiç biri yok/Sen mi kaldın yalnız,kafileden böyle uzak/ Postu sermekse meramın yola, serdirmezler/Hadi gölgenle beraber silinip gitmene bak.” 1936 yılında yeryüzünün en sahici şairi vatanına dönmüş, ancak daha dünya gözüyle bir kez daha seyredemeden İstanbul’u yatağa düşmüştü. Akif’in memlekete döndüğünü duyan Yedigün muhabiri Kandemir Bey soluğu Taksim’deki Mısır apartmanında almış ve şairle son röportajı yaptığını bilmeden dergisine şu satırları yazmıştı. “…Ak kılların çerçevelediği bu sapsarı yüze,bu gevşemiş, sarkmış çizgilere, bu yorgun ve dalgın gözlere bakıyorum, zaman denen şeyin kudretini, hayat denen efsanenin sırrını bilmek istiyorum,sonra yavaşça soruyorum: ‘Özledin mi bizi üstat? ‘…” Bu nasıl soru! ! ! Ressam olsaydım “Bir Soru üzerine Akif’in Yüzü” isimli bir tablo yapmak isterdim. Buna gücüm yok. Aslında Akif’in gazeteci gence cevabını nakletmekte de güçlük çekiyorum: “ÖZLEMEK Mİ OĞLUM… ÖZLEMEK Mİ? ”

MERDİVENŞİİR

ARALIK OCAK 2006-2007

Sayı 11

A. Ali Ural

8 Şairin Sorusu, Şairin Cevabı şiiri A. Ali Ural ŞiirleriA. Ali Ural
750 kez okundu0

Biliyorum bu vakitte

Zorlanıyor göğsün ta derinden

Sormak zorunda olduklarından

Herman Hesse(1)

Soru işaretini kesik koluna çengel yapan, bir gözü kara bantla kapalı korsan, açıldı kaybedene kadar karayı. Şair olduğu söyleniyor; elini çengelle değişmesini, arama ihtirasına, gözünün birinden vazgeçmesini, tek gözle daha iyi nişan almasına bağlayanlar var. Mahrum kalınan her şeyin, yerine mahrum kalınan başka bir şeyi bırakarak, yokluğunu varlığa çevirdiğini söyleyenler de. Soru sormanın cevap vermekten kolay olduğunu düşünenler yanılıyorlar. Yanılıyorlar; çünkü sormak, emmektir yılanın soktuğu yeri, emmek yeşil yarayı iğrenmeden, sonra tükürmek o kanlı zehri!

“Yaşam, gerçekten ne zaman yaşamımız oldu bizim?

biz gerçekten ne zaman biz olduk? ”

Octavio Paz(2)

“Ah kimden, kimden bize hayır var? ”

Rilke(3)

“İnsanı sözcüklerle, anlamlarla dayanılmaz bir güreş

Karşısında bırakan. Şiirin önemi yok,

İnsanın umduğu kadar değil

Çoktan beri aranan şeyin değeri ne?

Değeri ne çoktan özlenen sessizliğin, sonyaz erincinin

Değeri ne yaştaki bilgeliğin! Aldattılar mı bizi…”

T. S. Eliot (4)

“Öyle gelir ki bana, uyumak yeğdir böyle yoldaşsız olmaktan

Böyle beklemekten; ve ne yapmak ve ne söylemek gerek bu arada

Bilmem; hem neye yarar ozanlar yoksunluk zamanında.”

Hölderlin(5)

***

“Eski mutlu kıyılar”(6) için kendi kıyılarını terkediyor Hölderlin ve açılıyor denize. Gözün karasını, aklın karasına tercih ediyor. “Bizim olanı arayalım ne kadar uzaksa da”(7) mısrasıyla demir alıyor yurdundan. “Ozanın ozanı”(8) , “kalıcı olan”(9) ın peşine düşüyor yoksunluğunun farkına varıp. Bir yandan akılla inancı uzlaştıramayan protestan ilâhiyatının papaz cüppesini asıp, eski Yunan’ın mitolojik tanrılarında insanı arıyor, öbür yandan şairi Tanrı’yla insanlar arasında bir rahip gibi görerek “İnsana” kim? ” olduğunu ve “neye tanıklık edeceğini” hatırlatıyor. Dili sırf bu yüzden “mülklerin en tehlikelisi” olarak tanımlıyor Hölderlin. Yaşadığı çağın insanına ne kadar dil dökse de, sesi gürültüye karışıyor ve kimse duymuyor onu. Yaşarken çok az tanınıyor, öldükten sonra yüzyıl geçmesi gerekiyor tanınmak için. 20. Yüzyılın başlarında geriye dönüyor dünyaya “eski mutlu kıyılar”dan. Bir yoksunluk çağında unutulup, bir başka yoksunluk çağında gözlerini açıyor. Bu “sığ” ve “bayağı” çağ sırf bu soruyu yeniden sorsun diye çağırmıştır Hölderlin’i belki, delirse de ondan akıl almak istemiştir:

“…Ve ne yapmak ve ne söylemek gerek bu arada

Bilmem; hem neye yarar ozanlar yoksunluk zamanında”

Bir şairin sözlerine kim kulak verir, sustuğunda matem tutulmazsa(10) . Zevk Çağı’nın insanı ne cevap verebilir bu zehirli soruya! “Körün Parmak Uçları”nın ozanına gelince; o, karanlığın -yani yoksunluğun- kara memelerini emerek büyüdüğünü düşünür şiirin. Körün parmaklarının daha keskin gören gözlere dönüştüğüne, etkinin etkenlerin çoğalmasıyla değil, azalmasıyla güçlendiğine inanır. Ona göre, bir şey vardır daha müthiş, bir şeye sahip olmaktan. Dilin uçurumundan düşmeden tanıklık edilecek bir şey. Şairin yapabileceği de olsa olsa tanıklıktır şiiriyle. Yoksunluk zamanında her siperi, her çalıyı, her barikatı tanık kürsüsü yapmaya çalışmaktır. Dilin uçurumundan yuvarlanmadan tanıklık yapmanın ödülü ise ilahî ile insanînin birleşmesiyle ortaya çıkacak büyük şiirdir.(11)

(1) Bugün Değil’den

(2) Güneş Taşı’ndan

(3) Duino Ağıtları’ndan

(4) Doğu Coker’den

(5) Ekmek ve Şarap’tan

(6) Beni eski

Mutlu Kıyılara bağlayan

Nedir ki, yurdumdan

Daha çok seviyorum onları? (Hölderlin)

(7) Ekmek ve Şarap’tan

(8) “Ozanın ozanıdır Hölderlin bizce” (Heidegger)

(9) “Fakat kalıcı olanı ozanlar kurar.” (Hölderlin)

(10) “Bırak beni haykırayım, susarsam sen matem et

Unutma ki şairleri haykırmayan bir millet

Sevenleri toprak olmuş öksüz çocuk gibidir.” (Mehmet Emin Yurdakul)

(11) “Büyük şiir, ilâhî ile insanînin içten birleşmeleridir.” (Hegel)

MERDİVENŞİİR

MART – NİSAN 2005

SAYI 2

A. Ali Ural

9 Ve Monna Rosa şiiri A. Ali Ural ŞiirleriA. Ali Ural
749 kez okundu0

Arıyor; üzerinde gecenin harmanisi. Arıyor; bulmamak için dualar okuyarak. Arıyor; feneriyle süzülüp pencereden. Arıyor; bulsa ne yapacak ki!

Bulsa ne yapacak kaşıkçı elmasını. Yılın tam başında parlayan elmasını. Vursa ne yapacak düşünce elmasını. Düşünce elmasını kim kaldıracak yerden? Kim kaldıracak yerden ayın haritasını?
Kraterler gibi koyu gözleri. Perdeyi çekebilse; koyu gözleri; dalgakıran yetmez koyu gözleri; pencereyi örten mavi katarakt…

Arıyor; bilseydi ne aradığını. Korkup göle attığı sır sandığını. Çevreleyen balıklar asla anlatmayacak. Asla kırmayacak sır sandığını.

Ne ayın ışığı düşsün, ne sokak lambasının. Ne güneşler doğsun, ne farlar aydınlatsın…

Peygamber çiçeğinin aydınlığında ara
Sana doğru uzanan çaresiz ellerimi
Sırrımı söylüyorum vefakar balıklara
Yalnız onlar tutacak bu dünyada yerimi.
Koyverip telli pullu saçlarını rüzgara,
Bir çocuğun ardına düşen heykellerimi
Peygamber çiçeğinin aydınlığında ara…

Gözün rütbesidir sırma mendiller. Yaşın değdiği yerde ses hızlı akar. Bayramda mendil verilen çocuklara, rüzgarın hediyesi ıslak bulutlar.

Dilsizdir anlatamaz, sorma mendiller. Toprak günahkardır sorar yağmuru. Ateş yaklaştıkça kıvama gelen beyaz. Ekmeği yoğururken un suyu özler.

Günahkar topraktan noel ağacı. Kırmızı adamdan yemyeşil zehir. Uzun ince parmakların değdiği piyanodan. Geceye saldıran vahşi bir şiir. Ki kahrıyla karartır manolyaları. Saksıların çatlağından sızan siyah kan. Bir mıknatıs açarak kocaman kollarını, sırma mendilleri öper boynundan.

Bir çevre sağ elimden bulanık suya düştü
Ve boğazımı sıktı parmaklar ince, uzun.
Günahkar toprağıma saçından bir tel düştü;
Sana ne olmuş Rosa, bir derde tutulmuşsun.
Bir ekmek kadar aziz fikirler böyle pişti:
Noel ağaçları ve manolyalar kahrolsun,
Bir çevre sağ elimden bulanık suya düştü

Rüzgar şapkasını değil, başını götürecek. İpi salınca çocuk yedi kat göğe. Rüzgar değil, celladın sımsıcak nefesi bu. Gülümseyen bir güneş ilkokul defterinde. Hem yüzme bilmeden ne cesaret ırmağa, fırlatmak şapkayı başı yerine. Hem gülün zehirlediği tüfek can çekişirken, rüyasının ağında ağlıyor bir örümcek.

Şu şapkayı çıkarıp atıyorum ırmağa;
Her şeyim sizin olsun, hep sizin kesik başlar.
Rüyasında örümcek başlarsa ağlamağa,
İçine gül koyduğum tüfek ölmeğe başlar.
Günahını sırtına yüklenen kaplumbağa
Gibi ölüm önünde öz benliğim yavaşlar.
Öyleyse şu şapkayı fırlatayım ırmağa

Önüne kimi katsa sürüyor ülkesine. Ayak sürümekle kaçılmıyor ölümden. Kim kaçsa sürünüyor ihtiras kemendinde. Yalnız kediler değil yastığına sürtünen. Erkekleri tanımaz satılmayan çiçekler. Yalnız kediler değil kokuyu ezberleyen. Yalnız günler kısalır, geceyi sever deniz. Unutulmak kapkara, hatırlanmak beyaz kar. “Ve erkekler kokuyu kediler gibi alır”, bir geyiğin gözlerinden bile medet umarlar.

Bu erkekler kokuyu kediler gibi alır
Ve kediler her gece sürünür yastıklara.
Denizleri bahtiyar eden günler kısalır;
Satılmayan çiçekler, zehirli ve kapkara,
Unutulmuş erkekler ve kadınlara kalır.
Bir geyiğin gözleri düşer eriyen kara
Ve erkekler kokuyu kediler gibi alır.

Yalnızlıkla sigarayı akraba yapan duman, yerden yükselip göze çarparak, akar hatırlatmak için kendini, rüyaya aniden süzülen toprak. Sonra taş olur, toprak taş bebek. Balıklar kılçıklı, geceler dişli. Hatıralar büyük ama karanlık. Hatıralar hafızanın aşklara direnişi. Ve sonu olmayan garip med-cezir; Allah ve şeytan arasında gidip gelişi…

Ve yalnızlık, sigara külü kadar yalnızlık
Ve toprağın rüyaya yılan gibi girişi.
Sana da, Monna Rosa, taş bebeği bıraktık,
Ellerinde kılçıklı balıkların bir dişi.
Senin hatıran gibi büyük, yeni, karanlık;
Senin hatıran kadar Allah ve şeytan işi…
Ve yalnızlık, sigara külü kadar yalnızlık

Yağmura tahammül, yalnızlıktan daha zor. Yağmur yalnızlığı habire kırbaçlıyor. Yükseliyor boğazına kadar çıldıran sular. Yükseliyor derece, civa ve akbabalar. Şimdi tam zamanı güvenmenin yağmura, belanın bileğini öpme zamanı şimdi. Şimdi dövüşte değil teslim olmada sıra. Asılmış bir adamın güvenli ellerine. Ruhunu bayrak yapıp o belalı yağmura.

Bugün yalnız yağmura tahammül edeceğim;
Ta boğazıma kadar çıkan deli yağmura.
Tüyüme horozdan çok itimat edeceğim,
İtimat edeceğim şu belalı yağmura.
Ruhumu bayrak yapıp ben teslim edeceğim
Asılmış bir adamın iki eli yağmura.
Bugün yalnız yağmura tahammül edeceğim.

Tamamlamak için bu deli resmi, bir tren ışığına güneşe ihtiyaç var. Seni ışığa çekmek ayırmak renklerine, renklerinden bir şehri tekrar inşa etmek var. Ve katıvermek seni bir martı sürüsüne. Şu bembeyaz buluta son kez el sallamak var. Yürümeli batmadan, parçalanan gemiye. Yürümeli yelkeni yırtılmış o türküye. Yürümeli ölmeyeni öldürmek için şimdi. Son fırça darbesiyle tamamlayınca resmi, imza atmamak için parmakları kırmak var!

Bir tren ışığına, güneşe çekmek seni
Ve bir şehir yaratmak, ruhundan Gülce diye.
Parçalanan gemiyi ve yırtılan yelkeni
Katıvermek sessizce söylenen bir türküye.
Ve sonra bir köşede öldürmek ölmeyeni
Ve son vermek bitmeyen, bu bitmeyen şarkıya,
Bir tren ışığına, güneşe çekmek seni.

Eğer bir son söz söylenecekse burda, rüzgar varsın şiddetli essin; fısıldayayım duyma, fısıldayayım duyma! Bir tavuskuşuyla yaşamak nedir? Açmamak için kopartan tüylerini… Bir tavuskuşuyla yaşamak nedir?

Sana tavuskuşunun içime girdiğini
Son, en son söz olara söylemek istiyorum.
İçime girdiğini, tüyünü yolduğunu
Son, en son söz olarak söylemek istiyorum.
İçimde tavusların bir bir kaybolduğunu,
Bana da bir çift ak kanat kaldığını
Son, en son söz olarak söylemek istiyorum.

Arıyor; üzerinde gecenin harmanisi. Arıyor; bulmamak için dualar okuyarak. Arıyor; feneriyle süzülüp pencereden. Arıyor; bulsa ne yapacak ki!

Bulsa ne yapacak uçuşan saçlarını. Binlerce gümüş telin parladığı gecede. Bulsa ne yapacak çaresiz ellerini, iğreti bir ışık gibi duran gölgede. Bulsa ne yapacak kazıda heykelini. Kendi heykellerini bir çocuğun ardında…

Peygamber çiçeğinin aydınlığında ara
Sana doğru uzanan çaresiz ellerimi
Sırrımı söylüyorum vefakar balıklara;
Yalnız onlar tutacak bu dünyada yerimi.
Koyverip telli pullu saçlarını rüzgara,
Bir çocuğun ardına düşen heykellerimi
Peygamber çiçeğinin aydınlığında ara…

VE MONNA ROSA; SEZAİ KARAKOÇ, 1952, Yılbaşı Gecesi

MERDİVENŞİİR

NİSAN – MAYIS 2006

Sayı 8

A. Ali Ural

10 Şiir Çoğu Zaman şiiri A. Ali Ural ŞiirleriA. Ali Ural
741 kez okundu0

“Nasıl şiir yazıyorsunuz? ” sorusunun bir bumerang gibi geri dönüp beni bulacağını, batırdığım iğnenin bir çuvaldız olarak karşıma çıkacağını bilsem de, Enzensberger’in tanımıyla “estetiğin belki de en önemli sorusu”ndan kaçamazdım. Zira bir yapıtın nasıl oluştuğunu bilmek, sadece o yapıta dışardan bakanlar için değil, o yapıtı oluşturanlar için de hayati bir değer taşımakta, başka eserlerin sırlarıyla beraber onlara kendi eserlerinin sırrını keşfetme imkanı tanımaktadır.

İşte isiyle pasıyla kara şiir kazanım:

Her an yenilenen bir evrende yaşadığımı fark ettiğim günden beri gözlerimle fotoğraflar çekiyorum. Fotoğraf çekmek milyarlarca görüntü içerisinden bazılarını seçip çerçeve içine almaktır ve çektiğimiz her fotoğraf ruhumuzdaki ışık ve gölgelerin yansımasıyla olandan olmayanı çıkartır. Olanı aynen veren vesikalık fotoğraflarla işim olmaz benim. Dahası kadraj, ışık ve gölgenin yetmediği durumlarda fotoğraf çekmeyi bırakıp resim yapmaya başlarım. Hiçbir ressamın bulamayacağı renklere ve çizgilere ancak şairin ulaşabileceğini, sanatın maddeden uzaklaştıkça erişilmez olacağını bilenlerden olmak heyecanlandırır beni. Kömür ocaklarına girip yerin yüzlerce metre altında kısa saplı kazmalarıyla kömür devşiren madencileri şairlere benzetirim. Göçük tehlikesi de vardır grizu patlaması da. Üstelik şiir nadirdir. Bir bütün halinde ulaşmak zordur ona. Bir parçası elinize geçer çoğu kez. Arkeologların bulduğu mermer bir el parçası gibi şair şiirini ateşleyecek fünyeyi ele geçirerek işe başlar çoğu kez. Birçok şairde ilk mısradadır şiir. Beni harekete geçiren ise bir dizeden çok bir kelime, bir tamlama ya da bir fotoğraftır. Kimi zaman yazılmamış şiirin ismidir şiir mayam. Uzun bir zaman işte, evde, yolda, çarşıda benimle yaşar o maya. Şiire dönüşebilir de çürüyebilir de içimde. Şiire dönüşebilecek maya beni masaya oturtabilmek için fırsat kollar. Kırgınlık ve kızgınlık anlarımda gözümün içine bakar. Evde herkes uyuduktan sonra yalnızlığımı başıma kakmak için gelip yanıma oturur. Seslerin kesildiği anlarda kulağıma fısıldamayı bir borç bilir ve yazmaya ihtiyacım olduğunu hissettirir. Bu his beni kuşatacak kadar güçlü olduğunda, kuşatmayı yarıp bir şeyler yemek, içmek ya da uyumak mümkün olmaz. O anın ritmi neyse ayak seslerini duyurur ve peşinden gelmemi ister. İşte ilk mısra adayları hızla zihnimden geçmektedir. Beğenilmezlerse yeni elbiseler giyerek bir daha şanslarını denerler.. Her şeyi stilize eden flu bir zihinde olup biter bu gayri resmi geçit. Yine de akıl uzaktan loş ışığını göndermeyi ihmal etmez. Mutlak sarhoşluğun hezeyanından korurken esrikliğin çakırkeyfine mani olmaz.Tıpkı Brecht’in “Şiirsel bir girişim rast giden bir girişimse, duygu ve us uyum içinde çalışırlar. Birbirlerine mutluluk içinde sevinçle seslenirler: Haydi ver kararını! ” dediği gibi. Kararımı vermişimdir, hem de birkaç sene önce. İşten eve dönerken her akşamüstü dalgakıranın yanından geçer vapurum ve dalgakıranın üstünde karabataklar ıslak kanatlarını güneşe karşı açarak tünerler. Güneş batmaya yüz tutmuştur. Karabataklar ıslak kanatlarıyla dimdik durarak üşüdüklerini belli etmemeye çalışmaktadırlar. Şiirimin ismi Karabatak’tır.. Ve ilk mısra: “ıslak kanatlarını açarak güneşi bekleyen kara kuşa bak” ve ikincisi “kırılmış dalgalara karşı dalgakıranda tüneyen sarhoşa bak.” Zihnimdeki resimde hava kapalıdır. Karabatak ancak bulutun yakasından çekiştirerek güneşe ulaşabilecektir. “kömürden kollarını uzatıp çekiyor bulutun yakasından” dizesini yazdıktan sonra durakladığımı hatırlıyorum. Geceyarısı balkonda yazıyorum şiirimi. Tam o esnada pancurdan bir örümcek sarkıyor incecik ipiyle masamın üstüne. Güneş ışınlarının karabatağa yırtılmış bulutun içinden böyle sarktığını düşünerek heyecanla “tam yırtarken gömleğini bir örümcek iniyor da arkasından/ yükleyip sırtına güneşin küllerini uçuruyor/ bir örümcek/ tüylerinin içinde bir rozet kadar sıcak” dizelerini yazıyorum.

Her şiir müstakil bir eser olduğu gibi, her eserin kendine mahsus bir yazılış serüveni vardır. Mesela Bombiks Mori konu olarak bana dikte edilmiş bir şiirdir. Uykuyla uyanıklık arasında –ki buna yakaza deniyor– “İpekböceğinin şiirini yaz” denmişti bana. İpekböceği hakkında fazla bir bilgim yoktu. Merakla ansiklopediyi açmış, ipekböceği kelimesinin yanında paranteze alınmış Bombiks Mori kelimesini görünce gözlerim ışıldamıştı. Zira Bombiks Mori ipekböceğinin Latince adıydı ve bu isim şiirimin adı ve mayası olmuştu. Bir şiirin oluşumunu baştan sona bu şekilde sizlere anlatmayı isterdim. Böylece Poe’nun arzusu da gerçekleşmiş olurdu. Ancak ne derecede! Şiir çoğu zaman şairinden de gizlenir. Bu yüzden şair attığı taşın hangi göle düşeceğini, hangi dalgaları azdıracağını hesap edemez. Dahası o, şiirini yazarken kendi oluşturduğu girdaba kapılıp, dümen hakimiyetini çağrışımların kudretli ellerine terk etmek zorunda kalır. Can havliyle aklın kaptanlığına sığınırsa da, ancak şiir bittikten sonra dümene hakim olabilir. Bu iki hal arasında olup bitenler şiirin kanına karışsa da asla tahlil edilemez. Kimi zaman şairin elinden kendi tufanı tutup beyaz bir kağıdın önüne oturtur. O an şiir tehlikededir. Çünkü bu kez akıl loş ışığını uzaktan da olsa şiire düşürmekten aciz kalır. Şair, yaraları kanarken değil, kabuk tuttuktan sonra yola çıkarsa mesafe kat edebilir.

Özetle: Bir şiire başlarken elimde şiirin mayasından başka bir şey olmadığını, yazma aşamasında esrikliğin okuma aşamasında aklın hâkim olduğunu, şiirin bitip bitmediğini tespit edebilmek için Horace’ın tavsiyesine uyup bir hafta dinlendirdikten sonra yeniden okuduğumu,yazarken şiirin müziğini sınamak için aynı dizeleri defalarca yüksek sesle tekrar ettiğimi, zaman zaman klasik müzik dinlediğimi ancak müzikteki ahengi şiire mal etmekten korktuğum için şiiri yüksek sesle okurken müziği susturduğumu söyleyebilirim.

MERDİVENŞİİR

KASIM – ARALIK 2005

Sayı 6

A. Ali Ural

11 Ağzını Bıçak Açmayan Bir Heykeltıraş: Cahit Zarifoğlu şiiri A. Ali Ural ŞiirleriA. Ali Ural
832 kez okundu0

Kelimeleri dudaklarından değil, ellerinden dökülüyor. Hayır dilsiz değil, dilini uçsuz bucaksız bir yarımada gibi anlamın ölü denizine uzatmış. Yüzeyde en küçük bir kıpırtı yok, en küçük bir dalga. Heykeltıraş mermere dayamış keskisini. Çekicin ilk dokunuşunda, daha ilk parça kopar kopmaz mermer kütleden, derinlerde başlıyor devinme. Çekicin her inişinde balık sürüleri yosunların içine saklanıyor. Koparılan her parça fırtınanın o muhteşem yapbozunu tamamlıyor. Sonunda resim, üzerinde sandalla gezinilen batık bir şehir gibi çıkıyor ortaya ve ürpertiyor ruhları. Suyun yüzeyinde ise hala bir kıpırtı yok. Heykeltıraş “taştan bir gemi” ve “mermerden balıklar” yontmuş göz açıp kapayıncaya kadar. Her yer sessiz, çıt yok fakat “içimizde balyoz gürültüleri.”

Cahit Zarifoğlu’nun şiirinden susarak söz etmek mümkün olsaydı, en yerinde söz bu suskunluk olurdu. Ağzını bıçak açmayan bu heykeltıraşın heykelleri belki o zaman ellerini omuzlarımıza koyardı şiirin sırrının ‘söylemek’ değil ‘susmak’ olduğunu fark ettiğimiz için. Zulalarındaki anlamı yalnız mahkûmlara saklayan sözcüklerin dışarıdakilere verebilecek bir şeyleri yok. Alınmasınlar. Mahkûm olmadan el sürmek yok mahrumiyetin içinde saklanan varlığa. Çinli şair “Biz şairlerin yoklukla mücadelesi, onu varlığı ortaya çıkartmaya zorlamak içindir. Sessizliği bir müzik yanıtı almak için tıklatırız” diyor da ağzını bıçak açmayan heykeltıraş günlükten bir yontuyla tıklatmıyor mu kapımızı: “Güneşsiz bir gökyüzü kadife ayaklarıyla geziniyor etrafta. Toplanma yerindekilerin eşyalarına kadar inen sessizliği hiç kimse dağıtmak istemiyor, dağların üzerinde asılı duran borazana sahip çıkmıyorlar. Oysa hayat sırtlarında ısırmak üzere arkalarında hazır. İyice beyazlaşan göğün üzerinde soluk bir iki yıldız, hala ufkun altında olan güneşin ağır gövdesini bir parça daha yukarı kaldırmasıyla dağılıp gitti.”(Yaşamak, Cahit Zarifoğlu, s.133)

Dağların üzerindeki borazana sahip çıkmak kolay değil. Kelimelerin arasındaki boşluğa kendini atıp paraşütünü açmayı gerektiriyor. Kulelere bağlı oyuncak paraşütlerle atlamaya alışmış zihin ve kalp tembellerinin işi değil bu. Okumak yazmak kadar cesaret istiyor çünkü.“Yankı”nın saklandığı sarp kayalara tırmanmak gerekiyor kulak verebilmek için. Şairin göze aldığını göze almak! Zira çakılma tehlikesi şairler için de var. “Yonttuğunu bir taş parçası olarak bırakma tehlikesi”nden söz ediyor Max Frisch. Fakat ağzını bıçak açmayan heykeltıraş teriyle mermeri yumuşatarak yontmaya devam ediyor. Yontuyor, yontuyor, yontuyor, içinden bir şey çıkmayacak korkusuyla kırbaçlayarak kendini. Şairin “Yonttum yonttum/taş bitti sen çıkmadın”(Cahit Zarifoğlu,Ve Çocuğun Uyanışı Böyle Başladı) demesine aldanmayın. Mermer kütle yontula yontula bitmiş olsa da kalan “HİÇ”tir. Yani şiir. Hani sufilerin hat sanatıyla ebedileşen “hiç”i. Hani yokluğun omuz omza durarak var olanı çerçeveleyen levhası: HİÇ-HİÇ-HİÇ! Acaba İsmet Özel de bu yüzden mi “Hiç” dedi şiire.

“Yaşamayı bileydim yazar mıydım hiç şiir?

Yaşamayabileydim yazar mıydım hiç şiir?

Yaşama!

Ya bileydim?

Yazar: Mıydım

Hiç: Şiir”

Kırk yedi yıl yaşamaya çalıştı ağzını bıçak açmayan heykeltıraş. “Yaşamak” ismini koyduğu günlüğüne yazdığı ilk satır şuydu: “Ne çok acı var! ” Bu yüzden hep kaskatı kesilmiş heykeller yonttu acıdan. Acı duymuş gibi yapmadı. Canı yandı gerçekten! Heykellerini yaparken kendi ellerini yonttu. “Ellerimi bıçakla/yontacağım deniyor/İlkel bir sevinç destan ve kan/Şiir en safından/Sonra soyut heykeller”(Cahit Zarifoğlu, Ben Dirimle Doğrulurken) Sonra acı merhamete dönüştü ve soylu bir mümin nasıl yaklaşırsa çıkmazlara, öyle yaklaştı. “Korku salardı inceliğin acıman tevazuun/Dünya ve insan çıkmazlarına yumuşak bakışın.”(Cahit Zarifoğlu, Kayıt) Acıtır gibi yapmadı, Maraş bıçağıyla söğüt dalı soyar gibi kavlattı ruhları. Şaşırdı ve şaşırttı. Korktu ve korkuttu. “Sizi şaşırtıyorum. Sanatım/ Fakat ben korkutuldum.” (…Ve Çocuğun Uyanışı Böyle Başladı) Ağzını bıçak açmayan heykeltıraş bu yüzden kelimeleri yeniden oydu. Az yürünmüş yollardan bile yürümedi, yürünmemiş yollar açtı ormanda. “Uyan şairim uyan! ” diyerek şairleri ıssız bozkırlara çağırdı. “Onlara ilk hamlede, bildikleri kelimeleri, şimdiye kadar aşinası olmadıkları şekilde kullanmayı öğret. Sen aşk deyince, bilsinler ki artık, o şimdiye kadar bildikleri değildir. Sen görev deyince, ellerindeki görev demetleri buruşsun. Başlarının üzerinde ilahi nazarın bir tek an bile eksik olmadığını yaşamaya başlayarak, gerçek bir sorumlulukla belleri ikiye katlansın…”diye mırıldandı kendi kendine, “özgünlük” ve “sorumluluk”u hatırlattı. (Cahit Zarifoğlu, Zengin Hayaller Peşinde, s.58)

Şiire vurulacak neşterin adlarıdır bana göre “özgünlük” ve “sorumluluk.” İşte bu yüzden Cahit Zarifoğlu’nun yanında saf tutmak gerekiyor. Haydi arkadaşlar! Ne bekliyorsunuz! ! !

(Hece Özel Sayı 126-127-128, 2007)

A. Ali Ural

12 Artık Bu Oyunun Tadı Kaçtı şiiri A. Ali Ural ŞiirleriA. Ali Ural
746 kez okundu0

Her oyunun bir eşref saati vardır akrep ve yelkovanın kaskatı kesildiği, aklın gizli düğmesine dokunup, film bitmeden salonun ışıklarını yakan.

Teşrifatçıların kaçışan kirpilere göz kovuklarınızı gösterdiği, rüyaya devam etmeyesiniz diye gözbebeklerinizi incittiği, perdenin hayallerinizin hamaklığından vazgeçip beyaz bir gulyabaniye dönüştüğü an… Oyunda olduğunuzu fark ettiğiniz ürpertici bir kesittir bu. Filmin içinde sıcak şekerler gibi eriyip akarken yanan ışıklarla beraber sinemada olduğunuzu fark edip koltuğunuzda buz kestiğiniz o an, bir cümle ruhunuzda yanıp sönerek işaret vermeye başlar: “ Artık bu oyunun tadı kaçtı! ” Bu öyle bir sinyaldir ki hakikatin sınırlarına girene kadar peşinizi bırakmaz. Bahçede oynayan çocuklar nasıl güneşin gitmesiyle beraber evlerinin cılız ışıklarına kelebekler gibi üşüşür ve yorgunluklarını tam o anda hissederlerse, siz de hakikatin evi dışında bir hayat alanınızın bulunmadığını anlar ve derin bir yorgunluğun sürüklediği derin bir sükûnetin eşiğinde bulursunuz kendinizi.

Dede Efendi, yüzlerce besteyle ruhlara bal şerbeti döktükten sonra bir gün öğrencisi Dellalzâde İsmail Efendi’ ye “ Artık bu oyunun tadı kaçtı! ” dediğinde devir Sultan Abdülmecid devriydi. Yenikapı Mevlevîhânesi’ nde 1001 günlük çilesini doldururken bestelediği “ Zülfündendir benim baht-ı siyahım” şarkısıyla dostluğuna mazhar olduğu III. Selim tahttan indirilip şehit edilmiş, IV. Mustafa’ nın tahta geçmesinin akabinde Kabakçı Mustafa ve Alemdar Mustafa Paşa vakaları yaşanmış, II. Mahmud’ un tahta geçişiyle durulmayan siyasi olaylar Dede Efendi’ nin ruh ikliminde soğuk rüzgarlar estirmişti. Fakat bütün bunlardan öte bir durum vardı ki, “ Yine bir Gülnihal aldı bu gönlümü” diye nazire yapsa da gönlünü razı edemiyordu bu yeni duruma. III. Selim zamanında sarayın pencerelerini tıkırdatan yabancı notalar, II. Mahmud zamanında tavanlarda çınlamaya başlamış, Sultan Abdülmecid döneminde ise yerli notalara nefes aldırmaz olmuş, yani oyunun tadı kaçmıştı.

Hammamîzade İsmail Dede Efendi “ yandım” dedikçe yeni yangınlar yağdı üstüne. Önce şeyhi ve hocası Ali Nutkî Dede’ yi verdi toprağa, sonra üç yaşındaki oğlu Salih’ i. Can havliyle tutundu notalara yine, ateşi ateşle söndürmeye çalıştı. “ Bir gonce femin yâresi vardır ciğerimde/ Ateş dökülürse yeridir âh serimde/ Her lahza hayali duruyor dîdelerimde/ Takdire nedir çare bu varmış kaderimde” diyen Dede Efendi’ nin kaderinde bundan daha fazlası vardı. Üç sene sonra eşi Rukiye Hanım gitti Salih’ inin yanına. İki sene sonra da altı yaşındaki oğlu Mustafa annesinin. Ne yapsın dede “ Yine zevrak-ı derûnüm kırılıp kenâre düştü” demekten başka. Kırkikindi yağmurları gibi yağdırmasın mı Mevlevî âyinlerini art arda. Şakir Ağa’ nın “ Ferahnâk oyunu” nu bozmasın mı! “ Şakir sen onunla güreşemezsin! ” dedirtmesin mi Sultan’ a. Müezzinbaşı Zeynelâbidin Efendi’ nin “ Ferahfeza tuzağı” nı birkaç dakikada yaptığı besteyle yerle yeksan etmesin mi!

Ah ferahfezâ! Bir de ferahfezâ âyini var Dede’ nin. Yere göğe koyamasa da herkes bu görkemli besteyi, sırf Sultan’ ın isteği üzerine yaptı diye, daha altta görüyor diğer âyinlerinden. “ Diğer âyinlerimi hep şeyhlerimin emir ve tarifleri mucibince bestelemiştim. Ferahfezâ’ yı ise padişahın emriyle bestelediğim için o kadar ruhlu olamadı; onlardaki zevk ve neşeyi Ferahfezâ’ da bulamıyorum… ” diyor. Beş yüz özgün besteyle musikiye yeni bir kimlik kazandırabilmenin arkasında işte bu ruh var. Bu ruh var “ Ey Sâlik diyem bir söz ki haktır” , “ Habîbullah cihana can değil mi” , “ Bir ismi Mustafa bir ismi Ahmed” ilâhîlerinin. Araban-kürdî’ nin, hicaz-bûselik’ in. Neveser’ in, sabâ-bûselik’ in ve sultânîyegâh’ ın.

İşte bu ruhla vasıl olmuştur yüzyıllar içinde makamı unutulan “ Taleal Bedru aleynâ” ya. Son Peygamber karşılanırken bir ağızdan söylenen o coşku notalarına. Rüyasında dinlemiştir mânâ yurdundan, bestesi lutfedilmiştir pîrine musikinin. Uyanır uyanmaz kayda geçirmiştir bu ilâhî sesi. Bir işarettir belli ki bu kutsal topraklara onu çağıran. Kâbe tavaf edilir de Dede hatırlamaz mı Yunus’ u! “ Yürük değirmenler gibi dönerler/Gönül kâbesini tavaf ederler/Muhammed’ in kösü çalınır bunda/ Ol sultanın demi sürülür bunda” İşte son bestesi bu Şehnaz ilâhîdir. Muhammed’ in kösü çalınmış, Tanpınar’ ın tanımıyla müzikteki “ Asıl âleti insan sesi” olan Dede, Mekke’ de susmuştur. Zira tadı kaçmıştır dünya oyununun.

A. Ali Ural