İzmir Şiirleri

1 İzmir Yollarından Son Mektup şiiri Kemalettin Kamu ŞiirleriKemalettin Kamu
944 kez okundu0

Belki şimdi sana son
Sözlerimi yazmadan
Gözlerim kapanacak.
Belki var daha beş on
Dakikalık bir zaman.
Anne, için yanacak
Mektubum okunurken.
Beliren bir emeli
Çok görme bana sakın.
Ben Tanrı’ya en yakın
Bir yola sapıyorum,
Milletimin uğrunda
Türbemi yapıyorum.
Düşündüm huzurunda
Ebedi bir akşamın,
Düşündüm ki babamın
Dizi dibinde geçen
Yirmi iki seneden
Elimizde kalan ne?
Sorarım sana anne:
Madem ki gün gelecek,
Herkes aynı meleğin
Önünde eğilecek,
Niçin o güne değin
Çan sesleri duyayım?
Bugün de bir yarın da.
Bırakın uyuyayım
İzmir kapılarında!
Anne elveda artık,
Şu iki üç asırlık
Gecenin gündüzünü
Görmeden gidiyorum.
Ne beis var diyorum,
O günün seherinde
Senin ince yüzünü
Görüyor gibiyim ya…
Ey genç gecelerinde
Beşiğimi bekleyen!
Ediyorum emanet
Seni Anadolu’ya!
Sütünden, emeğinden
Ne verdinse helâl et.
Söyle Hacer’e o da
Hakkını helâl etsin,
Gönülcüğü dilerse
Başkalarına gitsin…
Ben ermeden murada
Ecel kırdı kolumu;
Artık beyhude yere
Beklemesin yolumu.
O ne anne, o güzel
Gözlerinden akan ne?
Geri dönemem diye
Ağlıyor musun anne?

2 Pasaport Kahvesi şiiri Ahmet Telli ŞiirleriAhmet Telli
619 kez okundu0

Kıyıda, taşın üstünde
oturmuş denize bakıyor
Kimse konuşmuyor onunla
ne rüzgâr ne de izmir

Gün bitiyor ve lacivert
sözcükler çekiliyor
susuşların ipek ağıyla

Az ötede pasaport kahvesi
– Gel, bir bardak çay içelim
diyor bütün gün beklenen

Bulut suya değiyor
su zamana
ve yalnız çakıltaşları
değil aşınmakta olan

Batık bir gemi
gibi uzaklaşırken ordan
yakamozlar kalıyor geride
balkıyan acılar gibi

Eskiyen neydi günboyu
yaşanan neydi
hangi bıçağı biledi deniz

Işıklar sönüyor kıyıda
ve burkulan bir yürekle
çekip gidiyor bu kentten

Ahmet Telli

3 Odanda Tek Başına şiiri Cezmi Ersöz ŞiirleriCezmi Ersöz
676 kez okundu0

Biz seninle hep bayağılıktan kaçtık… Sıradan, basit, gündelik olandan.
Küçük mutlulukları, hayatın içindeki o kanaatkar doyumları değil, hep
trajediyi aradık. Mükemmeli… Biz seninle hep kusursuzluğu aradık.
Bizi birbirimize yakınlaştıran ne varsa hep kutsaldı, özeldi,
ayrıcalıklıydı. İlişkimizden aslında ikimize de ait olmayan, kutsal ve
kusursuz bir imge yarattık. Hayatımızda eksik kalmış ne varsa, o yarım
kalmış tutkularımızı o yaralı arzularımızı, eksik çocukluğumuza ait ve
içtenlikle koruyamadığımız bütün duygularımızı bu imgeye ödünç verdik. Artık
yaşayan gerçek kişiliklerimiz değil, sanki bu kutsal, bu kusursuz imgeydi.
Bu imge lekelenmesin, bu düş bozulmasın diye öyle çok şey gizlerdim ki
senden. İçim ürperirdi böyle anlarda, kendimden çok uzak bir yere çekilirdim
sanki, bilinmezliğe… Aramızda öyle çok tanımlanmamış anlar, öyle kopuk,
öyle başıboş duygular, bana o denli ait olduğu halde nasıl anlatacağımı
bilemediğim öylesine derin savruluşlarım vardı ki…
Yarattığımız ve aşk adını verdiğimiz bu kutsal imgeye sadık kalabilmek için
kendime karşı sadakatsiz davranıyordum.
Seninle yanyana uzanırdık, dünyanın dışındaki yaz bahçelerinde, o gerçekdışı
mevsimlerin kıyılarında… Üzüntülerimiz, içimizdeki yaralar yanyana dururdu
öyle. Bizden çok bu yaralar özlerdi birbirini, o kimsesiz üzüntülerimiz…
İçimdeki yaram senin yaranı özledikçe ruhumun gurbetlerinde daha çok
hissederdim kendimi… Asıl çektiğim acı buydu aslında, yanındayken kendimi
yine de senden çok uzaklarda hissetmemdi.
Farkederdin sürükleniş suskunluklarımı. Böyle anlarda zamanı durdurmak
isterdin. Zamanı dondurdukça içimizdeki boşlukların kapanacağını, o gizli
ürpertilerin dineceğini, tanımlanmamış anların ve o kopuk, o başıboş
duyguların tanımlanacağını, savrulmaların biteceğini düşünürdün. Zamanı
dondurunca hep iyi ve mükemmel insanlar olarak kalacağımızı sanırdın. Hayata
bu donmuş zamandan, bu mağrur ve korunaklı kristalin ardından bakınca hiç
kirlenmeden ve ebedi bir saflık halinde yaşayacağımızı hayal ederdin.
Oysa ne zamandan kopabiliyor, ne de hayattan gizlenebiliyorduk. Biz zamandan
kopmak istedikçe zaman bizi daha çok acıtıyor; hayattan gizlendikçe o
kendisini daha çok hatırlatıyordu. Hayattan ve kendimizden korktukça
kendimizi aşkın kutsal acısına kapatıyorduk. Hayat acı verdikçe biz o
kutsal, o ayrıcalıklı kıldığımız acımıza daha bir sarılıyorduk. Bu kutsal
ıstırap bizi hayattan korurken başkalarından üstün kılıyordu.
Oysa kutsallık hiç saf değildir sevgili; gücünü zayıfların kanından alır.
Mükemmellik, kaybedeni çok, anlamsız ve haksız bir yarıştır. Saflığın içinde
birçok günah gizlidir. Ben bu kutsal aşkın kan kaybeden zayıfıydım işte. Bu
kötü yarışta hep kaybedendim. Saflıktı benden istediğin, ama saklayamazdım
kendimden, içimde birçok günah gizliydi. Ben kaybettikçe yarattığımız o
kutsal imge sana ait oldu. Ben günahı kabullendikçe kusursuz ve mükemmel
olan sen oldun. Oysa kendisini diğer insanlardan biraz olsun farklı ve özel
sayan her insana zor gelir hayatın o basit, o sıradan dertleri, doğal
acıları, lekelenmiş tutkuları. Böyle insanlar ya kutsal olmaya soyunurlar,
ya da kutsal birine adarlar kendilerini. Hayatın içinde çırılçıplak varolmak
gururunu incitir böyle insanların. Gerçek bayağı gelir. Mükemmelin kölesi
olmak, hayatın sıradanlığını yaşamaktan daha gözalıcıdır çoğu kez. Kendi
sıradanlığından tiksinince hayallerinde yarattıkları gerçekdışı bir
trajediye sığınırlar.
Başta bende böyleydim. O dokunulmaz güzelliğini, o ulaşılmaz kutsallığını
gördükçe sıradanlığımdan tiksiniyordum ve yaşadığım gerçek giderek daha çok
bayağı geliyordu bana. Sıradan biri olmaktansa, mükemmelin kölesi olmak
istiyordum. Bildiğim ve bilmediğim bütün zaaflarımı gizleyip, bu trajedinin
cesur ve ölümsüz kahramanı olmak istiyordum.
Oysa gerçek hiç böyle değildi. Sadece seni yitirmekten korkuyordum. Çünkü
sen özlediğim herşeydin. Mükemmeldin, kusursuzdun, sıradanlığı aşmıştın, en
önemlisi kutsaldın. Sana ulaşmam, seni etkilemem için yaşadığım herşeyi
inkar etmem gerekti bu yüzden. Hiç olmadığım kadar iyi, hiç olmadığım kadar
ince, hiç olmadığım kadar derin gözükmem gerekiyordu. Hissetmediğim şeyleri
hissediyormuş gibi gözükmem gerekiyordu.
O kutsal güzelliğin benden herşeyimi istiyordu. Oysa ben o herşeyim neydi
bilmiyordum ki… Tamamlanmamış, eksik bir varlıktım. Tıpkı hayat gibiydim.
İstediğin şeyleri verebilmem için hissetmediğim şeyleri hissediyor gibi
söylemem gerekiyordu.
O kutsal aşk için sana yalan da söyledim. Seni yitirmemek içinde hepsi. En
zor, en gizli, en iflah olmaz yaralarımı gizleyerek anlattım sana kendimi.
Seni kazanırsam bu yaralarımdan kurtulurum sanıyordum. Oysa sen o dokunulmaz
güzelliğine, o ulaşılmaz kutsallığına sığındıkça hayattan gizlenirken, ben
sana ulaşmaya çalıştıkça kendi hayatımdan, kendi gerçekliğimden daha geriye,
daha aşağıya düşüyordum. İkimiz de kendi gurbetimizde yaşıyorduk oysa. Ne
yapsak, ne etsek kendimizi özlüyorduk. Yaşadığımız acı hayatlarımız gibi
gerçekdışıydı. Ama acıydı sonuçta…
Sen hayatın bayağılığından kaçıyordun, bense kendimden. Ama buluştuğumuz yer
aynı acıydı. Bizi hayattan kopartan, bizi hiç ummadığımız kadar bencil kılan
bir acıydı bu. Ve hayatla sınanmayan bu içe dönük acı bizi hep yüzeyde
tutuyordu. Çünkü en derinde yatan gerçeğimize insek ne olacağımızı
bilmiyorduk. Oysa belki çıldıracak, belki de gerçekten değişecektik.
Tabiatımız değişecekti. Oysa biz kendimizi kutsala adadıkça, mükemmelin,
kusursuzluğun peşinden koştukça, hayat bize dokunmadan, içimize hiç sızmadan
geçip gidiyordu uzaklara. Tıpkı bize dokunmadan geçip giden hayat gibi.
Aslında biz de birbirimize dokunmadan geçip gidiyorduk.
Sana taptığımı söylüyordum, ama seni gerçekten tanımıyordum. Sen beni
hayatın bayağılığından, sıradanlığından yanına çağırıyordun, ama aslında
beni pek tanımıyordun. Bu yüzden inanmıyordum yaşadığımız hiçbir şeye. Bizi
başkalarından üstün kıldığını sandığımız bu acının hayatta bir karşılığı
yoktu, inan…
Seni unutmam mümkün değil, ama ben geldiğim yere geri dönüyorum. Bu
kusursuzluk senin olsun. Birgün kendimi inkar etmeye karar verirsem bunu
sadece kendim için yapmalıyım: Mükemmellik senin olsun. Sana herşeyimi
vermemi istiyorsun. Oysa ne seni, ne de kendimi tanıyorum: Kutsallık senin
olsun. Bu aşk beni tutuk, ezik, korkak biri yaptı. Seni biraz olsun
etkileyebilmek için yaptığım bütün fedakarlıkların, hayatımın en büyük
bencillikleri olduğunu anladığım an kendimden kaçıp kurtulmak istedim.
O an anladım ki, fırından aldığım ekmeğin sıcaklığı bu aşktan daha kutsaldı.
Yüzümü ısıtan mütevazi güneş, evlerine ekmek götürdüğüm çocukların sevinci,
çay bardaklarındaki kaşık sesi daha kutsaldı. O küçük mutluluklar, o eksik,
o kanaatkar doyumlar daha kutsaldı…
Evet, hayat karanlık, bayağı, acımasız, kirli, sıradan, incitici; ama gerçek
sevgili… Ona dokunabiliyorsun. Ama ben senin kutsal ve mükemmel saydığın
hiçbir şeye ulaşamadım. Sana ulaşamadığım için duyduğum kaygı ve
pişmanlıklar da bana ait değildi. Çektiğim acıysa yıllardır sakladığım
yaraları biraz daha gizlemeye yarıyordu. Oysa hayat çok basit sevgili…
Bunu bir anlayabilsek herşey çok farklı olacak. Ve hayatın o basitliği
içinde saklı derinliği, vazgeçilmezliği…
Artık kutsal olan hiçbir şeye inanmadığım için daha berrak ve açık görüyorum
çarşıdan eli boş dönenleri… Şehirleri hızla saran açlar ordusunu…
Dünyayla aramdaki o sahte acıları ortadan kaldırdığım için tanık oluyorum
herşeye: İşte dün gece TEM karayolunda bir travestiyi daha ezip geçti;
sürücüsü karanlık ve sarhoş bir araba… İzmir’de bir kafeteryada garsonluk
yapan Dersim’li Gökhan bugün, tıpkı dün ve önceki günlerde olduğu gibi tam
onbeş saat ayakta servis yapacak müşterilere ve onca yorgunluktan sonra
evine döndüğünde, Jack London gibi sabah dek ezilen insanların öyküsünü
yazacak. Eskiden olsa çok romantik gelirdi bu gencin hali bana. Ama değil,
çok sert, çok acımasız bir hayatı var; ama yine de gözlerinden o sımsıcak
gülümsemesi hiç eksik olmuyor.
Yıllardır görmediğim üniversiteden bir arkadaşımın matbaasına uğradım
geçenlerde. Devrimci bir belediye başkanının afişiyle aynı makinede bastığı
porno dergileri kurusunlar diye birlikte ipe asıyordu. Bunu yaparken de
bütün içtenliğiyle, bu düzeni değiştirmeliyiz arkadaş, diyordu.
Cezaevindeki çocukları için direniş yaptıklarından karakola götürülüp
gözaltına aldıkları yaşlı anneleri polis gecenin bir yarısı sokağa
bırakıyor. Ceplerinde neredeyse hiç para olmadığından şehrin çok uzağında
olan evlerine gitmek için yürümekten başka çareleri yok bu çilekeş
kadınların. Neredeyse sabaha dek yürüyecek olan bu yaşlı kadınların
çektiklerini mutlaka içimizde hissetmezsek yaşadığımız hayatın hiçbir anlamı
olmaz. Çünkü çoğu kez biz farketmesek de bu hayatta acı tek… Istırap
tek… Aşk ve iyilik tek bir yerden akıyor kalplerimize…
Aynı saatlerde başka bir yerde, yaşlı ve eşcinsel bir tiyatrocu iki kimsesiz
sokak çocuğunu zorla evine götürmek istiyor; onunla birlikte olurlarsa çok
para vereceğini iddia ediyor. Evet, hayat hiç romantik değil; ama
yargılamadan önce onu anlamalıyız sonuna dek… Belki de tam bu sırada
lekesiz bir aşkı özleyen ve yalnızlığın o korkunç kaderiyle boğuşan Serpil
öğretmeni çalıştığı kasabada, çocuklarını okuttuğu adamlar telefonla arayıp,
yanına gelelim mi, boş musun, diye taciz ediyorlardır.
Asıl trajedi hayatın ta kendisi sevgili…
Hayat karanlık, acımasız, bayağı ve kirli; ama bizim erdem sayıp
abarttığımız duygusallıklardan, kendimizi başkalarından üstün kılmak için
sığındığımız kutsallıklardan daha gerçek, daha sahici.
Yıllardır ruhumun gurbetinde yaşamaktan tükendim. Kendi yaramı görüp, ona
sarılamadığım için, ondan akan kanla yıllardır zehirleniyorum. Yıllardır
senin yanında, ama senden çok uzakta kalmaktan sevgim acıyor. Birlikte
yarattığımız bu hayattan kopuk imgeyi bırakıp, kendime doğru yürüyorum.
Hayatı ve seni buradan seyrediyorum. Odandasın ve tek başına dans ediyorsun….
İyilik ve sevgiyle gülümsüyorum; seni sevip hissetmem için seni sahiplenmem
gerekmiyor. Oradasın ve varsın işte. Nereye gitsem içimde hissediyorum seni…
Hayatın bütün renkleri yüzünde…Odanda tek başına dans ediyorsun…
İlk kez acı çekmeden özlüyorum seni…

Cezmi Ersöz

4 Bana Türkçe Bir Ekmek Ver / Cinsel Açlık Yağıyor Gökyüzüne şiiri Cezmi Ersöz ŞiirleriCezmi Ersöz
644 kez okundu0

Cinsel açlık karanlık bir imgedir bu ülkede, durmaksızın ruhları eritir… Eritir köşede bucakta, her nasılsa filiz vermiş titrek ve incelikli aşk öykülerini… Barbar ordusu gibi dört bir taraftan sarar derin duyguları cinsel açlık… Çürür anlamlar, çürür ürperişlerin arınma yeminleri… Kimse kaçamaz cinsel açlığın yarattığı bayağılıktan…

Hayalgücü sığlaşır ve küçük düşer… Sahipsiz kalan duygular küçük düşer. Dostlukların arasında karşı konulmaz bir nifaktır cinsel açlık… Kötü bir krallıktır o. Yüklenir tüm gücüyle. Sonra da aşka ve sarılışa dair tüm umutların ve hayallerin zayıflamasını bekler…

İnsanı o ne olduğu belirsiz hormonlara, siniruçlarına indirgeyen yasasıyla boyar… Gelenekler ve tutucu namus anlayışı ölümcül gücünü cinsel açlıktan alır. Cinsel açlık, geleneklerin ve tutucu namus anlayışının yüzünü savaş boyalarıyla boyar… Anneler, apartman boşluklarında ilkyaz aşklarının dönüşünü beklerken, babalar, yastık kılıflarında gizli gizli, genç ve diri kadınlara ulaşmak için paralar biriktirir…

İşte bu yüzden evler bu kadar neşesiz, sokaklar bu kadar iğretidir… Şarkılarsa böyle kanser… Çünkü aşkın iyicil ve genişleyen mevsimi yoksa, her an herşey bitecekmiş, her an bir başka belirsizliğe yola çıkılacakmış gibi yaşanır…

Askerlikte görmüştüm cinsel açlığın çürüttüğü ruhları… Mühendis, kaymakam, öğretmen, banka müdürü, doktor, avukat… Yaşadıkları baskı ve onursuzluk onları zerrece ilgilendirmiyordu. Buradan salıverildiklerinde yaşayacakları cinsel haz umudu onları baskının her türlüsüyle uzlaşmaya itiyordu… Bu uzlaşma yüzünden ruhlarının sonsuza dek neler yitireceğini hiç ama hiç düşünmüyorlardı… Her sabah birliğe getirilen Tan Gazetesi’ne birbirlerini ezerek saldırır ve adeta paramparça ederek, sayfalarından koparttıkları çıplak kadın resimleriyle can havliyle tuvaletlere koşarlardı…
Militarist devlet, ruhları cinsel açlıkla zayıflamış kişilikleri hizaya getirmenin, ezmenin, köleleştirmenin ne denli kolay olduğunu bilirdi… Devlet, tuvalet duvarlarına yayılmış o zavallı suçluluk duygularından büyük güç alırdı…

Ne kadar okumuş, kendilerince önemli statülerde olurlarsa olsunlar ruhlarını çürüten cinsel açlık yüzünden değer yargıları, etik değerleri, estetik bilinçleri ve en önemlisi kadına bakışları hiç gelişmemişti bu insanların… Sarılış, okşayış, aşk ve incelik yoksullarıydılar. Kadınlar, yarı hayvan yarı insan ve sanki sadece cinsel haz nesneleriydi onlar için…

31 Cumhuriyeti’nin çocuklarıydı onlar. Bu iki yüzlü Bekaret ve Abazanlık Cumhuriyeti’nin… İçlerinde mahçup bir titreyişle kıpırdanan sevgi, aşk, incelik duygularını o sahte erkek ideolojisiyle güçlenen cinsel açlıklarına rehin verenlerin cumhuriyeti…

Okumuşların parçalanmış gazete fotoğrafları varsa, diğerlerinin de kuyrukları havada gezen şımarık küçük köpekleri vardı… Bütün bunlar bilmezlikten gelinirdi… Küçük, şımarık köpeklere, uygun bir yeri oyulmuş koyun ciğerlerinden, kesekağıtlarından, yastıklardan, tek kanadı kesilmiş sineklerden, ortası delinmiş sabun kalıplarından gelindiğini bilmezlikten geldikleri gibi…* Çünkü devletin kendisine saygı duymayan insanlara ihtiyaçları vardı, ruhlarını tüketmiş insanlara…

Çünkü o zaman kim kulak memelerinden kolye yapacaktı?

Çünkü o zaman kim basacaktı bir gece cezaevlerindeki koğuşları, kim emir verilenden daha amansız bir şiddetle savunmasız tutsakların kafalarını kıracaktı… Kim, inleyişler kanda yüzerken, yüzü olmayan, ama geniş kalçalı kadınların düşlerini kuracaktı…

Utandırdı ve utandırıyor durmadan cumhuriyet kendi çocuklarını… Bu ülkeden gökyüzüne cinsel açlık yağıyor… Okumuş etmiş bir genç, üzerine üzerine ansızın saldırdığı “nesnenin” çığlığıyla kendine geliyor: Ne yapıyorsun, daha bugün tanıştık! …

Aşksız cinsellik karşı konulmaz bir nifak gibi dostluklarının sınırını çiziyor… Çürüyor hayalgücü, tükeniyor bağlılık yeminleri… Anlık bir cinsel haz umudu için anında vazgeçiliyor en vazgeçilmez sayılan değerlerden…

Yüzü olmayan gövdelerin kötücül dansı başlıyor… Kulaklar duymuyor, tükenmiş ruhlar algılamıyor. Dağların en yüksek tepelerine ya porno, ya şeriat yazılıyor… Aşkı tatmadan ölenlerin kemikleri mezarlarda sızlıyor… Sevgiyle sarılamayan ve önce ruhlarını seviştiremeyenler, sadece bedenlerindeki duygusuz ve kirli kanın akışına veriyorlar kulaklarını…

Urfa’da bir genç “namus dedikodusu” yüzünden kızkardeşinin boğazını kesiyor, İzmir’de bir adam, karısını evi terkedecek diye onbir yaşındaki oğluna öldürtüyor… İstanbul’da genç bir kızı, başkasıyla oldu diye nişanlısı kızın erkek kardeşine öldürtüyor…

Bu ülkeden gökyüzüne cinsel açlık yağıyor…

Cezmi Ersöz

5 Şizofren Aşka Mektup / Odanda Tek Başına şiiri Cezmi Ersöz ŞiirleriCezmi Ersöz
610 kez okundu0

Biz seninle hep bayağılıktan kaçtık… Sıradan, basit, gündelik olandan. Küçük mutlulukları, hayatın içindeki o kanaatkar doyumları değil, hep trajediyi aradık. Mükemmeli… Biz seninle hep kusursuzluğu aradık.
Bizi birbirimize yakınlaştıran ne varsa hep kutsaldı, özeldi, ayrıcalıklıydı. İlişkimizden aslında ikimize de ait olmayan, kutsal ve kusursuz bir imge yarattık. Hayatımızda eksik kalmış ne varsa, o yarım kalmış tutkularımızı o yaralı arzularımızı, eksik çocukluğumuza ait ve içtenlikle koruyamadığımız bütün duygularımızı bu imgeye ödünç verdik. Artık yaşayan gerçek kişiliklerimiz değil, sanki bu kutsal, bu kusursuz imgeydi.
Bu imge lekelenmesin, bu düş bozulmasın diye öyle çok şey gizlerdim ki senden. İçim ürperirdi böyle anlarda, kendimden çok uzak bir yere çekilirdim sanki, bilinmezliğe… Aramızda öyle çok tanımlanmamış anlar, öyle kopuk, öyle başıboş duygular, bana o denli ait olduğu halde nasıl anlatacağımı bilemediğim öylesine derin savruluşlarım vardı ki…
Yarattığımız ve aşk adını verdiğimiz bu kutsal imgeye sadık kalabilmek için kendime karşı sadakatsiz davranıyordum.
Seninle yanyana uzanırdık, dünyanın dışındaki yaz bahçelerinde, o gerçekdışı mevsimlerin kıyılarında… Üzüntülerimiz, içimizdeki yaralar yanyana dururdu öyle. Bizden çok bu yaralar özlerdi birbirini, o kimsesiz üzüntülerimiz…
İçimdeki yaram senin yaranı özledikçe ruhumun gurbetlerinde daha çok hissederdim kendimi… Asıl çektiğim acı buydu aslında, yanındayken kendimi yine de senden çok uzaklarda hissetmemdi.
Farkederdin sürükleniş suskunluklarımı. Böyle anlarda zamanı durdurmak isterdin. Zamanı dondurdukça içimizdeki boşlukların kapanacağını, o gizli ürpertilerin dineceğini, tanımlanmamış anların ve o kopuk, o başıboş duyguların tanımlanacağını, savrulmaların biteceğini düşünürdün. Zamanı dondurunca hep iyi ve mükemmel insanlar olarak kalacağımızı sanırdın. Hayata bu donmuş zamandan, bu mağrur ve korunaklı kristalin ardından bakınca hiç kirlenmeden ve ebedi bir saflık halinde yaşayacağımızı hayal ederdin.
Oysa ne zamandan kopabiliyor, ne de hayattan gizlenebiliyorduk. Biz zamandan kopmak istedikçe zaman bizi daha çok acıtıyor; hayattan gizlendikçe o kendisini daha çok hatırlatıyordu. Hayattan ve kendimizden korktukça kendimizi aşkın kutsal acısına kapatıyorduk. Hayat acı verdikçe biz o kutsal, o ayrıcalıklı kıldığımız acımıza daha bir sarılıyorduk. Bu kutsal ıstırap bizi hayattan korurken başkalarından üstün kılıyordu.
Oysa kutsallık hiç saf değildir sevgili; gücünü zayıfların kanından alır. Mükemmellik, kaybedeni çok, anlamsız ve haksız bir yarıştır. Saflığın içinde birçok günah gizlidir. Ben bu kutsal aşkın kan kaybeden zayıfıydım işte. Bu kötü yarışta hep kaybedendim. Saflıktı benden istediğin, ama saklayamazdım kendimden, içimde birçok günah gizliydi. Ben kaybettikçe yarattığımız o kutsal imge sana ait oldu. Ben günahı kabullendikçe kusursuz ve mükemmel olan sen oldun. Oysa kendisini diğer insanlardan biraz olsun farklı ve özel sayan her insana zor gelir hayatın o basit, o sıradan dertleri, doğal acıları, lekelenmiş tutkuları. Böyle insanlar ya kutsal olmaya soyunurlar, ya da kutsal birine adarlar kendilerini. Hayatın içinde çırılçıplak varolmak gururunu incitir böyle insanların. Gerçek bayağı gelir. Mükemmelin kölesi olmak, hayatın sıradanlığını yaşamaktan daha gözalıcıdır çoğu kez. Kendi sıradanlığından tiksinince hayallerinde yarattıkları gerçekdışı bir trajediye sığınırlar.
Başta bende böyleydim. O dokunulmaz güzelliğini, o ulaşılmaz kutsallığını gördükçe sıradanlığımdan tiksiniyordum ve yaşadığım gerçek giderek daha çok bayağı geliyordu bana. Sıradan biri olmaktansa, mükemmelin kölesi olmak istiyordum. Bildiğim ve bilmediğim bütün zaaflarımı gizleyip, bu trajedinin cesur ve ölümsüz kahramanı olmak istiyordum.
Oysa gerçek hiç böyle değildi. Sadece seni yitirmekten korkuyordum. Çünkü sen özlediğim herşeydin. Mükemmeldin, kusursuzdun, sıradanlığı aşmıştın, en önemlisi kutsaldın. Sana ulaşmam, seni etkilemem için yaşadığım herşeyi inkar etmem gerekti bu yüzden. Hiç olmadığım kadar iyi, hiç olmadığım kadar ince, hiç olmadığım kadar derin gözükmem gerekiyordu. Hissetmediğim şeyleri hissediyormuş gibi gözükmem gerekiyordu.
O kutsal güzelliğin benden herşeyimi istiyordu. Oysa ben o herşeyim neydi bilmiyordum ki… Tamamlanmamış, eksik bir varlıktım. Tıpkı hayat gibiydim. İstediğin şeyleri verebilmem için hissetmediğim şeyleri hissediyor gibi söylemem gerekiyordu.
O kutsal aşk için sana yalan da söyledim. Seni yitirmemek içinde hepsi. En zor, en gizli, en iflah olmaz yaralarımı gizleyerek anlattım sana kendimi. Seni kazanırsam bu yaralarımdan kurtulurum sanıyordum. Oysa sen o dokunulmaz güzelliğine, o ulaşılmaz kutsallığına sığındıkça hayattan gizlenirken, ben sana ulaşmaya çalıştıkça kendi hayatımdan, kendi gerçekliğimden daha geriye, daha aşağıya düşüyordum. İkimiz de kendi gurbetimizde yaşıyorduk oysa. Ne yapsak, ne etsek kendimizi özlüyorduk. Yaşadığımız acı hayatlarımız gibi gerçekdışıydı. Ama acıydı sonuçta…
Sen hayatın bayağılığından kaçıyordun, bense kendimden. Ama buluştuğumuz yer aynı acıydı. Bizi hayattan kopartan, bizi hiç ummadığımız kadar bencil kılan bir acıydı bu. Ve hayatla sınanmayan bu içe dönük acı bizi hep yüzeyde tutuyordu. Çünkü en derinde yatan gerçeğimize insek ne olacağımızı bilmiyorduk. Oysa belki çıldıracak, belki de gerçekten değişecektik. Tabiatımız değişecekti. Oysa biz kendimizi kutsala adadıkça, mükemmelin, kusursuzluğun peşinden koştukça, hayat bize dokunmadan, içimize hiç sızmadan geçip gidiyordu uzaklara. Tıpkı bize dokunmadan geçip giden hayat gibi. Aslında biz de birbirimize dokunmadan geçip gidiyorduk.
Sana taptığımı söylüyordum, ama seni gerçekten tanımıyordum. Sen beni hayatın bayağılığından, sıradanlığından yanına çağırıyordun, ama aslında beni pek tanımıyordun. Bu yüzden inanmıyordum yaşadığımız hiçbir şeye. Bizi başkalarından üstün kıldığını sandığımız bu acının hayatta bir karşılığı yoktu, inan…
Seni unutmam mümkün değil, ama ben geldiğim yere geri dönüyorum. Bu kusursuzluk senin olsun. Birgün kendimi inkar etmeye karar verirsem bunu sadece kendim için yapmalıyım: Mükemmellik senin olsun. Sana herşeyimi vermemi istiyorsun. Oysa ne seni, ne de kendimi tanıyorum: Kutsallık senin olsun. Bu aşk beni tutuk, ezik, korkak biri yaptı. Seni biraz olsun etkileyebilmek için yaptığım bütün fedakarlıkların, hayatımın en büyük bencillikleri olduğunu anladığım an kendimden kaçıp kurtulmak istedim.
O an anladım ki, fırından aldığım ekmeğin sıcaklığı bu aşktan daha kutsaldı. Yüzümü ısıtan mütevazi güneş, evlerine ekmek götürdüğüm çocukların sevinci, çay bardaklarındaki kaşık sesi daha kutsaldı. O küçük mutluluklar, o eksik, o kanaatkar doyumlar daha kutsaldı…
Evet, hayat karanlık, bayağı, acımasız, kirli, sıradan, incitici; ama gerçek sevgili… Ona dokunabiliyorsun. Ama ben senin kutsal ve mükemmel saydığın hiçbir şeye ulaşamadım. Sana ulaşamadığım için duyduğum kaygı ve pişmanlıklar da bana ait değildi. Çektiğim acıysa yıllardır sakladığım yaraları biraz daha gizlemeye yarıyordu. Oysa hayat çok basit sevgili… Bunu bir anlayabilsek herşey çok farklı olacak. Ve hayatın o basitliği içinde saklı derinliği, vazgeçilmezliği…
Artık kutsal olan hiçbir şeye inanmadığım için daha berrak ve açık görüyorum çarşıdan eli boş dönenleri… Şehirleri hızla saran açlar ordusunu… Dünyayla aramdaki o sahte acıları ortadan kaldırdığım için tanık oluyorum herşeye: İşte dün gece TEM karayolunda bir travestiyi daha ezip geçti; sürücüsü karanlık ve sarhoş bir araba… İzmir’de bir kafeteryada garsonluk yapan Dersim’li Gökhan bugün, tıpkı dün ve önceki günlerde olduğu gibi tam onbeş saat ayakta servis yapacak müşterilere ve onca yorgunluktan sonra evine döndüğünde, Jack London gibi sabah dek ezilen insanların öyküsünü yazacak. Eskiden olsa çok romantik gelirdi bu gencin hali bana. Ama değil, çok sert, çok acımasız bir hayatı var; ama yine de gözlerinden o sımsıcak gülümsemesi hiç eksik olmuyor.
Yıllardır görmediğim üniversiteden bir arkadaşımın matbaasına uğradım geçenlerde. Devrimci bir belediye başkanının afişiyle aynı makinede bastığı porno dergileri kurusunlar diye birlikte ipe asıyordu. Bunu yaparken de bütün içtenliğiyle, bu düzeni değiştirmeliyiz arkadaş, diyordu.
Cezaevindeki çocukları için direniş yaptıklarından karakola götürülüp gözaltına aldıkları yaşlı anneleri polis gecenin bir yarısı sokağa bırakıyor. Ceplerinde neredeyse hiç para olmadığından şehrin çok uzağında olan evlerine gitmek için yürümekten başka çareleri yok bu çilekeş kadınların. Neredeyse sabaha dek yürüyecek olan bu yaşlı kadınların çektiklerini mutlaka içimizde hissetmezsek yaşadığımız hayatın hiçbir anlamı olmaz. Çünkü çoğu kez biz farketmesek de bu hayatta acı tek… Istırap tek… Aşk ve iyilik tek bir yerden akıyor kalplerimize…
Aynı saatlerde başka bir yerde, yaşlı ve eşcinsel bir tiyatrocu iki kimsesiz sokak çocuğunu zorla evine götürmek istiyor; onunla birlikte olurlarsa çok para vereceğini iddia ediyor. Evet, hayat hiç romantik değil; ama yargılamadan önce onu anlamalıyız sonuna dek… Belki de tam bu sırada lekesiz bir aşkı özleyen ve yalnızlığın o korkunç kaderiyle boğuşan Serpil öğretmeni çalıştığı kasabada, çocuklarını okuttuğu adamlar telefonla arayıp, yanına gelelim mi, boş musun, diye taciz ediyorlardır.
Asıl trajedi hayatın ta kendisi sevgili…
Hayat karanlık, acımasız, bayağı ve kirli; ama bizim erdem sayıp abarttığımız duygusallıklardan, kendimizi başkalarından üstün kılmak için sığındığımız kutsallıklardan daha gerçek, daha sahici.
Yıllardır ruhumun gurbetinde yaşamaktan tükendim. Kendi yaramı görüp, ona sarılamadığım için, ondan akan kanla yıllardır zehirleniyorum. Yıllardır senin yanında, ama senden çok uzakta kalmaktan sevgim acıyor. Birlikte yarattığımız bu hayattan kopuk imgeyi bırakıp, kendime doğru yürüyorum.
Hayatı ve seni buradan seyrediyorum. Odandasın ve tek başına dans ediyorsun….
İyilik ve sevgiyle gülümsüyorum; seni sevip hissetmem için seni sahiplenmem gerekmiyor. Oradasın ve varsın işte. Nereye gitsem içimde hissediyorum seni…
Hayatın bütün renkleri yüzünde…
Odanda tek başına dans ediyorsun…
İlk kez acı çekmeden özlüyorum seni…

Cezmi Ersöz

6 Yurt Ürünleri şiiri Aşık Veysel Şatıroğlu ŞiirleriAşık Veysel Şatıroğlu
651 kez okundu0

Bu dünyanın meyvesini
Yesem amma yesem amma
Arasam bulsam hasını
Yesem amma yesem amma

Amasya’nın elmasını
Zile pekmez çalmasını
Sivas’ın da kıymasını
Yesem amma yesem amma

Gezsem Tokad’ın bağını
Emlek’in taze yağını
Erzurum’un kaymağını
Yesem amma yesem amma

Konya’nın güzel buğdası
Sivas’ta Çorum’da hası
Ayıntab’ın çiğ köftesi
Yesem amma yesem amma

Güzel olur Türkmen kızı
Yanakları kıpkırmızı
Diyarbakır’ın karpuzu
Yesem amma yesem amma

Mersin Dörtyol portakalı
Maraş’tan da pirinç geli(r)
Malatya’da dut zerdali
Yesem amma yesem amma

Ah İzmir’in kuş üzümü
Pek severim boğazımı
Kazova’nın yaş üzümü
Yesem amma yesem amma

Kastamonu’nun kendiri
Bursa’nın ipek mendili
Edirne’nin hoş pendiri
Yesem amma yesem amma

İstanbul Ankara ayar
Her ne dersen bunlarda var
Şarap pirzolayı sever
Yesem amma yesem amma

Samsun ve Bafra tütünü
Alsam Urfa’nın atını
Avlarda keklik etini
Yesem amma yesem amma

Adana’da biter pamuk
Geze geze hep usandık
Trabzon’da çoktur fındık
Yesem amma yesem amma

Uğradım Muş ile Van’a
Gümüş takım lüzum bana
Sade yağdan bir kaygana
Yesem amma yesem amma

Gahi uslu gahi deli
Çirkinleri neylemeli
Bulsam bir Gürcü güzeli
Sarsam amma sarsam amma

Veysel niden sözü savı
Yedin içtin aldın tavı
Gönlümden hayal pilavı
Yedim amma yedim amma

Aşık Veysel Şatıroğlu

7 Kapı Kitli Cüzdan Cepte Para Yok şiiri Aşık Veysel Şatıroğlu ŞiirleriAşık Veysel Şatıroğlu
656 kez okundu0

Parça parça olsun paramı çalan
Kimi gerçek dedi kimisi yalan
Dünyada görmedim böyle bir plan
Kapı kitli cüzdan cepte para yok

Gezdim İstanbul’u İzmir Ankara
Şadırvanlı Handa kaldı bu para
Bu nasıl dalgadır bu ne dubara
Kapı kitli cüzdan cepte para yok

İsa değil göğe çıksın sır olsun
Alanların iki gözü kör olsun
Tarsus’ta bu destan hatıra kalsın
Kapı kitli cüzdan cepte para yok

Bilsem gelmez idim ben bu Tarsus’a
Bu gamlı gönlümü koymazdım yasa
Haber verdim inzibata polise
Kapı kitli cüzdan cepte para yok

Ehli dil olanlar asla bun’almaz
Herkesin ettiği yanına kalmaz
Bu ne muammadır hiç kimse bilmez
Kapı kitli cüzdan cepte para yok

Olan oldu Veysel boşuna yanma
Sana kim dedi ki uyu uyanma
Sılaya gitmeyi severim amma
Kapı kitli cüzdan cepte para yok

Aşık Veysel Şatıroğlu

8 Şiir İle Ankara şiiri Haydar Ergülen ŞiirleriHaydar Ergülen
723 kez okundu0

İstanbul’un kapısı hala Haydarpaşa’dır. Bir şehir nereye kapı açar, bir şehrin
neresinde kapı açılır diye aklınıza getiriyorsanız, Haydarpaşa’da akrar
kılmanız kaçınılmaz olacaktır. Trenden inersiniz, gar binasından geçersiniz ve
merdivenlerde bir an durup bakarsınız, işte o an kapıda geçtiğiniz andır, size
uzaktan baka biri, bu şehre kaçıncı kez geldiğinizi, kaçıncı kez o kapının
hayatınızın bir sınırı olarak ardınızdan kapandığını anlayabilir. O kapının
ardında birçok şehir duruyorsa da, onların arasında biri var ki, bu şehre
kaptırdıklarınızı kolay kolay geri alamaz. Fakat kahrından da yıkılmaz, bir
anne gibi kızlarını ve oğullarını gurbete göndererek yaşayacağını bilir,
bağrına taş basar, oturur. Ankara Ankara Güzel Ankara dedikleri o anne
şehridir, şehirlerin annesidir. İstanbul’la yarışı baştan kaybetmiştir demek
ona haksızlık olur. Ankara, yerini bilen şehirlerin başında gelir. Ankara’nın
İstanbul’la bilinen hiçbir mes’elesi yoktur, mes’ele çıkaran her zaman olduğu
gibi İstanbul’dur.

Bir şehrin kapısı her zaman hatıralara açılır, hatıralara kapanır.
Şehirler; hatıralar dükkanıdır ya. Hatıralar uzun zaman o kapının ardında
unutulur, şehirler gibi. Bir dükkanın kapısına kilit vurup açmamak gibi.
Üstümüze kapanan ne varsa biraz da yokluğumuzdur. Yokluğu çoğalta çoğalta
yaşadığınız bir yeni şehir ise, sizin eskiliğinizi gün be gün yüzünüze vurur.
Gün gelir, o yokluğun kapısını bir kez daha açmayı göze alırsınız. Gözünüzün
açtığı kapı, yokluğun kapısıdır, unutma kapısıdır, açılır bakarsınız dükkan
yeni mallarla tepeleme doludur. Kendinize ordan bula bula belki bir mendil
bulursunuz, hani olur a, gözyaşlarınız içinize akmasın diye, aksa ne olur
akmasa ne, bulduğunuz bir kağıt mendildir. Buradan açınız.

Ankara’ya başka türlü giremem, insan ardına bakmdan çıktığı bir şehre
hiçbir şey olmamış gibi, aradan neredeyse 15 yıl geçtikten sonra, bir kez
için bile olsa, yüreği titremeden girebilir mi? Gizlice girebilir ama, şehri
bulabilir mi? Bu yazı güzel olursa belki Ankara beni bağışlar ya da bu yazıyı
yazmamın tek sebebi, Ankara’ya tıpkı eskisi gibi gidebilmek içindir, çok var
ki Ankara için övgüden başka bir şey gelmiyor aklıma, hem Ankara, işime yarar
tek şeyin bir kağıt mendil olduğu o dükkan değildir, Ankara kendine mahsustur,
eskiye mahsustur, eski çocuklara mahsustur. Ankara’da vefa diye bir semt
yoktur, Ankara baştan aşağı bir vefa semtidir, onda vefa vardır, bizde vefa
yoktur. Hem vefa böyle bir şey değil midir, aşk gibi, birimizin aşkı ikimize
de yeter de, gün gelir insan yorulur. Ankara’nın yorulduğunu sanmıyorum. Vefa
aşktan da beterdir, aşkın bile bir sonu varken, vefa’nın hiç sonu yoktur,
vefasızlar oldukça vefanın sonu olmayacak!

İzmir. İzmir için yazabilir miyim bilmiyorum ama, İzmirliler için
mutlaka yazmalıyım. İzmirli olmak bilinmeyen bir şeydir benim için, hala.
Ankaralıların ortak özellikleri var mıdır, bunu da bilmiyorum, ama İzmirliler
için ortak özellikten bol bir şey yoktur. Fakat en ortak ve mühim özellikleri,
İstanbul’a yerleşen İzmirliler’in İstanbul’a yerleşen Ankaralılar’a “taşralı”
gözüyle bakmasıdır. Bu inanılmaz gelebilir ama, İzmirliler’de inanılmaz önemli
bir özelliktir. Çünkü İzmir sadece bir şehir değil, sanki Ege’nin başkenti
gibidir ve Ege’nin başka şehirlerinde oturanlar da İstanbul’a geldiklerinde
İzmir’i temsil ederler, Ankara’ya karşı İstanbul’un yanında saf tutarlar.
Fakat takdir etmek gerekir ki “kentlilik bilinci” İzmirlilerde pek yüksektir,
İstanbul’un geçmişine sahip çıkarak bize bir İstanbul nostaljisini yaşatanlar
arasında İzmirliler önemli bir yer tutar. Ankara’ya yüz vermemelerini ise
anlamak zor değildir. Çünkü hedef İstanbul’dur. Ankaralılarınsa böyle bir
hedefi olduğu söylenemez, onlar çoğunlukla “gelmiş bulunmuş”lardır. Anlaşılan
bu sözleri açmak ve açıklamak için bir İzmir yazısı şart oluyor, burda keselim
ve Ankara’ya dönelim.

İstanbul, Ankaralılar için bir buluşma yeri değildir. ankara,
İstanbul’a gönderdiği herkesi ayrı semtlere, ayrı kaderlere yerleştirmekle
vazifelidir sanki. Aynı trene bindirse de, yolculuk beraber geçse de, tren
Haydarpaşa’ya geldiğinde sanki herkes başka Ankara’dan geliyormuş gibi kendi
İstanbul’una doğru tek başına yürür. Onları Ankara’da buluşturan, birleştiren,
bir arada tutan şey neyse, tıpkı sudan çıkmış bir balık gibi, o şey İstanbul’a
kadar dayanır ve İstanbul’da alçı dağılır, Ankara paydos, burası İstanbul
olur.

Bu bir şehir yazısı değil, beni İstanbul’a gönderen benim Ankara’mın
yazısı. Ben öyle yazıyorum, Ankaralılar nasıl okur, İstanbullular ne der,
İzmirliler ne düşünür, bilemem. Hem bilinecek ne var anlatıyorum işte,
anlatabilme ümidiyle. Söylemiştim, Ankaralılar anlata/bilmeyi isterler,
anlamayı/bilmek üzre. Yoksa çok kırılarlar! Yok, o kadar da değil, Ankaralılar
da Ankara gibi yaralarını sarmayı, karanlıklarını saklmayı, onarmayı bilirler.
Ankara duyarlıdır, duygucu değil! Ne de olsa her şeyin bir mesaisi vardır,
şimdi yazı vakti, İstanbul’da da olunsa yazı vaktidir. Öyleyse bir pazar öğle
sonunu Ankara’da yazıya ayırır gibi yazma vaktidir. Ankara görünüşte ihmal
edilebilir, Ankara hakkında uzun süre susabilirsiniz, Ankara yok gibi
davranabilirsiniz, ama Ankara’yı gönlünüzün haritasından çıkaramazsınız.
“İnsan Yüreğinin Haritası” filmindeki eskimolu çocuk gibi, kurtulmak üzre
kaçarsanız, gider düşlerinizi gerçekleştirirsiniz, oysa en güzel düş
kurtulduğunuzu sandığınız yerdedir ve ir gün veya sonunda sakinliğin orada
olduğunu anlar, dönersiniz. Bu bir keşif değildir, olağan bir şeydir, sadece
kendinizi ihmal eder gibi orayı da ihmal etmişsinizdir, bir gün önünüzde bütün
kapıların açıldığını, başka kapı kalmadığını gördüğünüz anda, eski bir
anahtarın kilitte döndüğünü işitirsiniz, işte o unuttuğunuz kapı kendiliğinden
açılmak üzeredir size. Daha bekleyebilir misiniz? Daha ne duruyorum? Hayır,
Ankara’ya filan döndüğüm yok, daha erken, daha Ankara’nın beni beklediğini
hissetmiyorum, kilitte dönen anahtarın sesini duymadım henüz, beklemedeyiz.
Bekle beni Ankara diyerek çıkmadım ki o şehirden. Sadece unutulmamak için, ben
de senden geldim, ben de senin eski çocuklarından biriyim diyebilmek için,
İstanbul çekil aradan, Ankara ile konuşuyorum.

Orda benim neyim var? Bir lise, bir üniversite, birkaç ev, birkaç
eskiden sevgili, ki şimdi hiçbiri oralı bile değil, fakat orda benim şairlerim
var en çok; Metin Altıok ile Behçet Aysan var, onlar Sivas’a gittiler
biliyorsunuz, İstanbul’a gelenleri saymıyorum, Ankara’ya gelenleri de
saymıyorum, Ankara’da kalanlarım var, dönerse ıslık çalmasını istediklerim
var, Ergin Günçe var ya, “Güzel suçlar işledin bir tarih oldun artık” diyor,
Ankara’ya değil, gidip de dönmeyenlere, dönemeyenlere söylüyor olmalı bunu,
sevgili ‘Gezgin’im Metin Altıok’a söylüyor olmalı, şimdi akşam kimdedir,

“Gün bitti lambayı hazırla;
Işık kalmadı girecek odamıza.
çek perdeleri sevdiceğim;
Kanadı kırık bir akşam
Zonkluyor durmadan dışarda.”

Metin Altıok söyledi diyedir elbette bunu ve söylememiş bile olsaydı, Ankara o
küçük “Tragedyalar” başkenti. Benim ‘Behçet’im var, onun Sivas’ta bir işi yok,
bir suçu yok, fakat bilmediler, bilmiyorlar, hem bilseler bundan böyle neye
yarar?

“Kırgınım, saçılmış
bir nar gibiyim
(…)
sessiz akan bir ırmağım geceden
git dersen giderim
kal dersen kalırım.”

Kal deseydim kalır mıydın Ankara’da tabibim? Ankara’nın Almanya’ya ödünç
verdiği bir şair Gültekin Emre var,

“Öldükten kaç gün sonra kırılır sesin
Kaç gün daha uzar sakallarım, siyaha elvada
etin kemiğe sarılmasına kim engel olabilir
Ruhum uçan balonlarda çocukları sevindirir”

diyesiymiş Gültekin’in, bir de İzmir’e armağanı var Ankara’nın, Sina Akyol,

“Elmanın
nara değdiği gün
Kış
(…)
Nakşı derin bir kadın
Uyur ve işler
Dağ: Çömelir.
Geyik: Düşer.
Avcı: Vurur
Kurşun: Kaçar
(…)
Gölde maral
sesi büyür.”

Sina’nın Ankara’da “Lokman’la Geçen Şen Günleri” var. İyi ki Ankara’nın
kimselere vermediği, ölümlere kaptırmadığı, armağan etmediği, gurbete
göndermediği şairler var, onlar olmadan ben Ankara’yı nasıl özlerim, nasıl
severim? “Bir Denizin Çekildiği Bütün Kıyılar”da ve “Arka Oda”da Mehmet Taner
var, onun “mis! ” gibi bir şiiri var:

“mis gibi şeftalinin sırasıdır şimdi
Haziran maziran derken o da çıkacak
(…)
aldatılmış ruhum çıkacak
(…)
Adım deliye çıkacak”

Ali var, “Ankara Ankara Güzel Ankara”nın şiirini yazdı, şairlerin alisi ki
Ankara delisi olmalı diye düşünüyorum onu ya da vefa delisi: Ali Cengizkan.
“Ankara Ankara Güzel Ankara” kitabının başına aldığı küçük yazıyı, benim
yazımın yerine de okuyabilirsiniz, ondan izin isteyerek yazıyı buraya
alıyorum:

“Ankara bir düşler kentidir, kentin kendisi insanları düşler dünyasına
taşıdığından değil: İnsan Ankara’da düş kurmadan yaşayamaz da ondan. Ya
yönetimle ilgili bir düşünüz olmalı, ya mutlulukla ilgili, ya iyi insanlıkla
ilgili bir düşünüz olmalı, ya da iyi sanatçılıkla ilgili. Düşlersiz yaşanmaz
Ankara’da: Çünkü ufuklar sınırlıdır dağlarla, geniş bir ufuk düşünüz yoksa.
Çünkü dereler sığdır ve ‘denetim altındadır’ göğsümüzde yüreğimiz bir
çağlayana bir kaynak oluşturmuyorsa. Çünkü kale terk edilmiş gözükür uzaktan,
içimizde taht kuran/hüküm süren, astığı astık/kestiği kestik ama sırasında
kendini de kesen bir yönetim yoksa. Çünkü ilişkiler köhnemiş, ‘memurin’ ve
hesaplıdır, yaptığınız her şeyi karşılıksız yapmıyorsanız. Onun için de Ankara
bir düşler yatağıdır. Onun çorak bir ülke, tozlu bir kent, kısır bir yaşam ve
çeşnisiz bir toprak olduğu bir yana bırakılırsa /…/ işte bu şiir bu düşleri
anlatır. Ve aşk delileri, mal delileri, göz delileri, yorgan yüzlüler,
melekler, körler, sağırlar, dilsizler, sıkmabaşlar, açık bacaklar, şaşılar,
uygun adımlar, beyin sevenler, yarım pabuçlar, zenneler, kırık boyunlular,
boksör köpekleri, telli bardaklar, yaylı sazlar, dost ölüleri ve diğerleri
adına ve onlar için yazılmıştır,”

dedikten sonra “Solfasol Otobüsü”ne bindirir şiiri:

“Hadi gel, bir kere daha deneyelim,
Mutluluk hakkını kaptırma başkasına.
Solfasol otobüsüne binelim sıkışıktır,
Yakın olmanı istiyorum bana.
Asu gel, bir kere daha deneyelim.”

Adana’yı Ankara’ya tercih eden, şimdi orada bir Ankaralı gibi davranan Hüseyin
Ferhad var, “Geceyarısı Sularında” Ankara’yı ve arkadaşlarını anlatıyor:

“Hamamönü paslanıyor, Yenişehir, Tandoğan
Şakaklarıma kar yağıyor usuldan
gençliğim ve gençlik arkadaşlarım ivmeyle yaşlanıyor:
Duran Er, Ahmet Erhan, Adnan Azar, Yaşar Miraç,
Neşe Yaşın, Haydar Ergülen, Ali Cengizkan
Ağzımda yanık çayır kokusu,
Saçlarım yüzüme dökülüyor,
gözlerimi çırmalıyor ‘gaflet’ uykusu;
ben iyi bir kaptan değildim zaten, teknem battı, kayboldum
geceyarısı sularında.”

Biz kara ahalisi değil miydik, aramızdan iyi bir kaptan çıkmazdı nasılsa! Olsa
olsa ‘tayfa’ olur bizden, o da olmazsa ne gam, belki bir gün doluşuruz kürkçü
dükkanı olan Ankara’ya Ahmet Telli’yi unutmamalı, ki o da ‘vahim Ankaralı’lar
arasında birinciye gelir. Ona tesadüf bile edemezsiniz İstanbul’da. Bunları
okusa eminim içinden “Çocuksun sen” der, ama kibarlığından söylemezdi bana:

“Bir de belleğim başıma bela hazin ve komik üstelik
Hatırla eskiyen meydan saatini, çocukluğundur
Tayyare pulları getirdim sana evden kaçışlarım
İstersen yok say bunları tesbih de yapabilirsin.”

Adnan Azar, ilk şiir kitaplarımız birlikte çıkmıştı, çok sevinmiştik, nerdeyse
koşarak İstanbul’dan Ankara’ya gidebilirdik, o gitti, ben kaldım, bakın eğer
hala bilmiyorsanız, size Adnan Azar’dan çok güzel bir şiir armağan ediyorum,
adı “Okuntu”,

“Mevsimlerden denizi, inceliklerden en çok geçmişi
özlediniz. Sevgiyi kavramanın ağırlığı başlayınca
bizim gibi kaçmadınız. Belki biraz ağladınız; bir
gözyaşı izi boyunca kanadınız. Akşamlar ve parklar
arasında dünyaya en çok siz yaraştınız
(…)
Şimdi sizi çok özlemişiz. Bir akşam bize gelirse
niz, geniş koltuklarda otururuz, susarız.”

“Öteki Şiirler” adlı kitabının arka kapağına şunları yazmış Ahmet Erhan:

“Sanki söylenecek her şey söylenmiştir. Meyhanede arkadaşlarla bir veda
partisi. Eski bir sevgili aranmış, çocuklardan ve eğitim düzeninin
çarpıklığından konuşulmuştur. Eski fotoğraflara bakılmıştır. Sonunda orta yaşa
gelinmiştir. Şarlatanlar ve düzenbazlar kazanmıştır. Ve şiir, artık gülünç bir
şeydir onlarca; sence, bütün yenilgilerin toplamı olmuştur.”

Öyle olmuştur sevgili Ahmet Erhan, gülünç olmak pahasına yazan şairlerse iyi
ki kalmıştır. Hem sen de öyle ya da böyle, buna benzer bir şey demiyor musun?

“Reis, bu şiir böyle bitmez
Aç bir daha oku uyak sözlüğünü! “

Ankara’da kim kaldı, kim kaldı, Akif Kurtuluş kaldı, hak’katen şairdir,
bilirsiniz, yazmadığı kadar çok şiiri vardır, ki buna yazdıkları dahil
değildir, Ankara’da da şairlerin var olduğu bilinsin diye kalmış gibidir:

“tren ayrıldı, unutulan bir takvimin son yaprağında
kum saatinde bir ‘yitik çocuk’ olarak kaldım
zaman’ın dışında yer verilmişti, ne kadar sevsen de
sevgilimin gözlerine bir leke gibi bıraktım sessizliği
(…)
yazdıklarımdan o’nun kumral hayatına sızmayacak kadar usluydum
(…)
tren ayrıldı, tuttum koyu bir karanlıkta yırttım kendimi
resim oldum, ürkek bir anı oldum, artık kim olsa kırar beni”

Ve Ankara’yı uzun uzun kimsesiz bırakan, şimdi Ankara’da onun varlığını
bilmekten sevinç duyduğum ‘büyük bir adam’ var, hem şair, hem adam, şimdi zor
bulunur, Ankara’da bulunur: Orhan Tekelioğlu, “Sonra beni bana bırak sevgilin
ol sevgilim” dediydi, bir de “bir adam zor bulunur yalnızlığa” dediydi, kime,
‘son dostlara’. İşte böyle Ankara, işte Ankara’da çok adam var, çok şair var,
Ankara’dan çok adam, çok şair geçtiği de unutulmamalıdır, derim.

Adamlardan biri Tanpınar’dır. Onun Ankara’sı

“Bazen geniş sağrısını rüzgara vermiş bir harp gemisi gibi zaman ve
hadiselerin denizinde çevik ve kudretli yüzer, bazen bir içkale, bütüm
ümitlerin kendisinde toplandığı son sığınak olur, bazen bir kartal yuvası gibi
erişilmesi imkansız yükselir.”
(Beş Şehir, s.3)

Ahmet Hamdi Tanpınar’a göre bir ‘zıtlar mecmuası’dır Ankara. Tanpınar, “Beş
Şehir”in Ankara’sını şu sözlerle bitirir:

“Ankara Kalesi bu akşam saatinde bana bir milletin tarihin ne kadar uzun
olursa olsun, birkaç ana vak’anın etrafında dönüp dolaştığı, birkaç büyük ve
mübarek rüyaya, yaratıcı hamlenin ta kendisi olan bir imanın devamına bağlı
olduğunu bir kere daha öğretti.” (a.g.e., s.20)

Bana da şiire beraber başladığım ve şimdi pek azı orda kalan Ankaralı
arkadaşlarım öğretti desem, Tanpınar’ın bu tespitine halel mi getirmiş olurum?
Olmam zahir!

Şair Ahmet Erhan’om, keşke bulup da okuyabilseniz, “Ankara-İstanbul Karatreni”
(Edebiyat ve Eleştiri, MAyıs-Haziran 1993; sayı:8, s.46-51) adlı bir yazısı
var. Aynı Ankara’yı terennüm ediyoruz, o Ankara’dan İstanbul’a göçü anlatıyor,
ben de şimdi buradan Ankara’ya bakmaya çalışıyorum. Demek ki yanyolda,
Eskişehir’de buluşabiliriz. Ahmet’in yazısında, bir kez daha anmıştım, ilginç
saptamalar ve samimi itirazlar var, örneğin

“Türkiye edebiyatının en önemli atılımları önce Ankara’da başlamış, daha sonra
İstanbul’a tedbil-i mekan ederek ve ferahlar gibi görünerek ölmüştür. İşin
ilginç yanı, göç edenlerin hepsi de sonradan kanlı bıçaklı İstanbullu
kesilmişlerdir.” (agy, s.48)

Ben önce Eskişehirli, sonra Ankaralı ve sonradan İstanbullu olduğum için,
galiba bir de şimdi bu yazıyı yazmakta olduğum için, alınganlık
gösteremiyorum. Fakat şu yazdıklarında derin bir haklılık payı buluyorum,
kendi adıma da:

“…varolma nedenleri belli bir edebiyat türünde bir şeyler yaratmak olan
insanların İstanbul’da yokedici bir çelişkiyi yaşamamaları mümkün değil. Bu
anlamda yazar-şair takımının beyin göçü aslında aldatıcı, kendi alanlarıyla
varolamadıkları, ya da çarpıtılmış alanlarda kaydıkları bir göç türü.” (agy,
s.50)

Ve yazının o güzel, dokunaklı finalini bir kez daha alıyorum buraya, bana da
çok dokunduğu için:

“Ankara garından İstanbul’a günde beş tren kalkıyor: Mavi Tren iki kez,
Anadolu-Boğaziçi iki kez, Fatih Ekspresi bir kez… Karatren yok, diyorlar.
Arkadaşlarımı götüren trenin adı tarifelerde geçmiyor.” (agy, s.51)

Ben seyyah değilim, şairim. Ankara’dan geçmedim, bizzat durdum orda, bakındım,
bekledim. Seyyah olsam işim kolaydı, beğenirdim, beğenmezdim, överdim, yergide
bulunurdum, anlaşılmazdı gelip konduğum, gidip durduğu. Seyyah olsam yerini
bilirdim, şimdi burası neresidir, şimdi orda kim var, şimdi ben hangi
şehirdeyim ve hangi şehir bende, benim kurulduğum şehir nerde, o yüzden benim
atmosferimde bir şehir değil, bir şiir öne çıkar, nerdeyse. Ankara o şiirle
kurulmuştu benim gönlümde, İstanbul dergilerinde yayımlanan ilk şiirlerimi
Ankara’da yazıp oradan postaya vermiştim, İstanbl’a şiirlerimi göndermiştim
önce. Haydarpaşa kapısından şehre girebilecekler mi bakalım endişesiyle değil,
adet olduğu üzre. Ankara şiir için iyi bir başkenttir, ama yayımlamak için
değil. Türk Dili, Yusufçuk, Tan, Yarın, Uçurum gibi, şiir yayımladığım için
onları anıyorum sadece, diğerlerini ve değerlerini bilmez değilim, güzel
dergileri oldu. Şimdi yayımlananları görüyorum, ama o eski hava yok gibi,
biraz taşra kokusu sinmiş gibi şimdiklerin üstüne, çünkü o eski, güzel
dergiler, Yazı’dan Oluşum’a, Yeni İnsan’dan Morköpük’e, Sözcükler’den
Doğu-Batı’ya, Türkiye Yazıları’na, Edebiyat Dostları’na ve unuttuklarım dahil,
Ankara’nın bir şiir başkenti olduğunu bilir ve gözlerini İstanbul’a
dikmezlerdi. İstanbul’a kavga etmek için çıkmazlardı, Ankara’da bir şiir
vardı, birçok şair vardı, onlar için çıkarlardı, şimdi üzülüyorum bu sinik,
tozlu taşralı tutuma, şimdi o dergilerde Ankara yok, Ankara’nın şiiri yok. Bu
sözlerime kızanlar olacak biliyorum ama, eskiden Ankara’da yayımlanan
dergilerin İstanbul’da da okur, yazar, şair müşterileri olurdu, üzerine
konuşulurdu, şimdi hangisi ve niye çıkıyor, bilmiyorum, bilinmiyor. Eski
Ankara ısrar bilmezdi, ısrar etmeyi sevmezdi, şimdilerde tuhaf bir inat var
gibi, Ankara’nın İstanbul’dan başka derdi yokmuş gibi davranıyorlar. Vahim
değilse de kadim bir Ankaralı olarak bu duruma üzülmemi de çok görmezler
herhalde. Şimdi Ankara’ya bu yazıyla kavuşmak üzereyken veda etmek gerekiyor.
Şairleri şiirin hallerine bırakmak gerekiyor, orda duran bir kaç ahbaba,
birkaç şaire, tren, mektup, şiir gibi eski moda haberleşme vasıtalarıyla,
belki bir yazıyla selam göndermek, gönülçelen olmamak gerekiyor, belki selamın
biri de Bursa’ya, Bursa’dan Ankaralı olmayı unutmayan Ramis Dara’ya gider,
gider mi gider, belki bu yazıyı da bir şehri şiirinden, ama daha çok
şairlerinden doğru özleyen, belki İstanbul’da, klasik deyimle Bizansların
çoğlamasından sıkıntı duyarak, Ankara’yı daha daha daha da özleyen birinin
sılasına yazmak ve gurbetidir diye okumak gerekiyor, belki bu yazının kusuru
olarak İzmirleri, İstanbulluları işin içine karıştırdığımızı, Ankara’nın buna
ihtiyacı olmadığı halde, demek ki Ankara’dan oldukça ve çok uzun zamandır uzak
kalmamızın bir göstergesi bu, onu bu yazıya alet ettiğimizi görmek gerekiyor,
öyleyse bu yazı için pulun sabırsızlandığını, zarfın açıldığını anlayıp demek
ki veda etmek gerekiyor artık. İki şartla veda ederim. İlki, o şiir
başkentinden uzak düşmüş biri olarak, o şehirde sevgili Funda Aras için
yazdığım şiiri yolu yok okuyacaksınız:

“haylaz bir serçenin sesinden ısındım bu ilkyaz göğüne
eskimeyen bir güneşin ışıklarıyla tutuştu gövdem
kadınım o çocuk yüreğin nasıl yoksul komadıysa hayatımı
ela gözlerin de birer yıldızdır bu lacivert geceye düşen”
(Funda İçin, 1 Nisan 1981)

İkincisi ise, Cemal Süreya’nın “Oteller Hanlar Hamamlar İçin Sürekli Şiir”inin
tamamını bulacaksınız, ben oradan kısa bir bölüm sunabilirim ancak:

“Biliyor msun başkentim nedense
Birbirimizden çekiniyoruz ikimiz de.
Sen yasların hiç yaslanmaz oldun
Ben acılarıma yeterince.
Tek boynuzlu yapılar arasında
iki katlı ve gözlüklü bir hayır evi
Dayandım ak bedenine öptüm öptüm
Aşkım değilsen haber ver benzerimi! “

Ankara: Benim şiirim, İstanbul: Herkesin şiiri, İzmir: Bazılarının şiiri.
Ankara için günün birinde bir yazı yazacağımı düşünürken, bunun şiirsiz
olmyacağını da düşünmüştüm, şiir gibi bir yazı olmadı, farkındayım, belki
uzaktan değil, yakından bakmalıyım Ankara’ya, belki baharların birinde, ilk
veya son gidip Ankara’da, Ankara için ya da Ankaralı ya da bir Ankara şiiri
yazmalıyım, kaç kişi kalmışsa Ankara Ankara’nın güzel şairleri, kendimi
onlarla eskisi gibi hissetmeliyim, belki orda yazdığım şiiri yine ordan bir
İstanbul dergisine postalamalıyım. Belki o şiir bana iyi gelir, Ankara için
yeniden bir yazı yazmayı deneyebilirim. Yazı şart değil, mektup da olur.
Ankara’nın yalnızca şiirleri değil, mektupları da meşhurdur. Elbette zarfsız
oldukları ve puldan başka bir şey taşımadıkları için. Şimdi işim zor: Hem o
şehri bul, hem o şairleri bul, hem o şiiri bul, mektubu bul, pulu bul, pul bul
pul bul pul bu, ve anla Ankara ben sana göreyim, gitme başımdan.

Haydar Ergülen

9 İzmir’de Bir Han şiiri Halim Şefik Güzelson ŞiirleriHalim Şefik Güzelson
661 kez okundu0

Sabah ne güzel
Koşumları yeni
Cins atları boncuklu
Yük sarılı bir araba gibi
Girmek istiyorum hana
Ey İzmir’İn güzel semtleri
Işıklar Pınarbaşı Buca
Merhaba

Halim Şefik Güzelson

10 Değil Mi? şiiri Neyzen Tevfik ŞiirleriNeyzen Tevfik
678 kez okundu0

Ulu Tanrım, akıl ermez sırrına,
Bin bir ismi hakta pinhan edersin.
İçirirsin sabrın peymanesini,
Hikmetini sonra ayân edersin.

Gizlenirsin bir nüvenin içinde,
Âdemin de şeytanın da cinin de,
Her milletin ayrı ayrı dininde
Şirke, küfre, raybi bürhan edersin.

Aşk olursun, gönlümüzü yakarsın,
Leyla olur, karşımıza çıkarsın,
Rakip olur canımızı sıkarsın,
Vuslatını bize hicran edersin.

Bozuktur düzenin, olmazsın akort,
Tavşana kaç dersin tazıya aport,
Haham, papaz, hoca ettikçe zart zurt,
Alay eder güler, isyan edersin.

Sen indirdin yere şu dört kitabı,
Ayrı ayrı her birinin hisabı,
Her bir dinin sensin putu, mihrabı,
Yalanına kendin iman edersin.

Zerdüşt olmuş görünmüşsün ateşte,
Brahmen’in Vişno’sısın güneşte,
Bir parlayış parladın ki Kureyş’te
Mahbubunu zatına şan edersin.

Hem goncasın, hem bülbülsün, hem diken,
Hem canansın, hem de çileyi çeken,
Hikmetine defineler açıkken
Seyyah derviş olur selman dersin.

Yok olmadan var olmanın yolu yok,
Kendin gibi seni arayan pek çok,
Hiç şaşırmaz kaderden attığın ok,
Sevdiğini aşka nişan edersin.

Çiftçi olur, öküzünü haylarsın,
Ağa olur, hizmetkârı paylarsın,
Yersin, göksün, yıllar, günler, aylarsın,
Asırları toplar bir an edersin.

Görünürsün her velide, delide,
Mustafa’da, Avram’da, Pandeli’de,
Bir pıaymuncuk gibi her bir kilide
Hem uyarsın hem de bühtan edersin.

Neşve olur, gizlenirsin şarapta,
Helal, haram yazılırsın kitapta,
Sevdalarla şu inleyen rebapta,
Şensin, âşıkları nalan edersin.

Zincir olur mecnunları bağlarsın,
Görür, acır, karşısında ağlarsın,
İrmak olur dere tepe çağlarsın,
Tufan olur, dehri viran edersin.

Bir ot idin, kamış oldun, ney oldun,
Feryadına karşılık hey hey oldun,
Su, kök, filiz, asma, üzüm, mey oldun,
Her katranı bana umman edersin.

Çıban olur, enselerde çıkarsın,
Yanar canın yine kendin sıkarsın.
Kendin yapar, kendin yakar yıkarsın,
Sigortadan ne kâr, ziyan edersin?

Bir iraden adam yapar eşeği,
Azlolurken batar ona döşeği,
Gazabındır şu felaket şimşeği,
Her nereye çaksan sûzan edersin.

Çıkmayan bir candan umut kesilmez,
Rahmetinden zerre bile eksilmez,
Gözümüzü senden başkası silmez,
Güldürmeden önce giryan edersin.

Şımartırsın bir sonradan görmeyi,
Öğretirsin halka çorap örmeyi,
O çalarken tam gözünden sürmeyi,
Yakalarsın, hapse ferman edersin.

Zengin olur kasaları kitlersin,
Fakir düşer garip başın bitlersin,
Deri, kemik, beden bizi ciltlersin,
Hicranlara canlı divan edersin.
Lanetin mi şu Şeyrı İslam kapısı,
Yedi cehenneme bedel yapısı
Zebanilerde mi bunun tapısı?
Bu çeteyi sen perişan edersin.

Dâr-ün Nedve midir şu Dâr-ül-hikme
Savurdular birbirine çok tekme.
Kuyruğu sakattır, pek hızlı çekme,
Eşeklerle bizi handan edersin.

Kudururlar arpalıkla, tiritle,
Girişirler kafa, göz, yüz, divitle;
Geğirirler, anırırlar, tecvitle,
Harf-ı meddi yular, kolan edersin!

Fitne için yeter İzmir3li Cüce,
Yelken takar devedeki hörgüce,
Kürek çeker akıntıya her gece,
Boklu dereye mi kaptan edersin?

Nerde olsa başındadır belası,
Haset, fitne, o firavn’ın Musa’sı,
Cehil, gurur vesaire cabası,
Sakla domuzlara çoban edersin.

Sana giren, çıkan nedir be dürzü?
Dersin bana ey Allah’ın öküzü!
İçirirsin on dört bin okka düzü,
Beni bulutlarda mihman edersin!

Serserinim, düştüm aşkınla meye,
Nasıl girdin elimdeki şu neye?
Hem seversin beni Neyzen’im deye,
Hem de sarhoş diye destan edersin!

Neyzen Tevfik

11 Tercüme-l Hâlim şiiri Neyzen Tevfik ŞiirleriNeyzen Tevfik
493 kez okundu0

Çocukluğum ne zaman gelse yâdıma derhal
Zavallı ruh-ı garibim olur garik-i melal.
Kalan sahaif-i gam hücre-i hayatımda
Birer birer açılır piş-i hatıratımda.
Güzâr eder müteselsil bir iştiyak-ı hazin,
Olur dumû’-ı teessür müjemde sâye-güzîn.
Bu hatırat-ı bülendin içinde şaheser
Olan nişane-i mazi ki aşiyan-ı peder
Lebinde Bahr-i Sefîdin pür-inşirah-ı huzur
O sadegî-i tabiatle bir hadika-i nur.
İçinde arz-ı lika-yı sükûnet eylerdi
O İanenin kapısından şu masiva derdi
Bulup da yol giremezdi harim-i hikmetine
Simat-ı nimetine gûşe-i saadetine.
Öperdi nur-ı şafak dalgalarla damenini
Peri-i subh açardı cenah-ı revzenini.
Şükûfelerle müzeyyen nihali gûnâ-gûn
Gusûn u goncası feyz-i bahar ile meşhün.
Fevâkih-i mütenevvi fusul-i erbada
Tükenmez hele çeşme dibindeki hurma.
Alır da karşısına mâhitâb-ı şirini,
Kıyam eder idi tanzire serv-i sîmîni.
Görür sever, düşünürdük semayı, dalgaları
Nedim-i ruhum ile o zeki, fakat haşarı.
Zemini dar buluyordu nigâh-ı fıtratına,
Semayı teng görürdü şihab-ı fikretine.
Durur mu elde avuçta o ateşi seyyal?
Kuyûd-ı hükm ile hiç bağlanır mı nur-ı hayal?
Kemai-i hüzn ile ettim meal-i ömrünü yâd,
Zavallı hemdem-i ömrüm ki ismi İstidad
Tamam, bin iki yüz doksan altı şalinde,
Kademzen oldu şu hâke o ruh-ı nalende.
Gelir hayalime üç dört yaşındaki hâli,
Uçardı pîş-i ümidinde zıll-ı amâli.
Koşar, güler, düşer, ağlar, peyinde gölgelerin,
Cenah-ı re’feti altında maderin pederin.
Kuruldu bahçedeki asmaya salıncaklar,
Çeşit çeşit alınırdı bütün oyuncaklar.
Oyuncak ha dayanır mı o fikr-i tetkika?
Kırardı geldiği anda, içinde bir başka
Hüner var anlamalı hem de kırdı öğrendi,
Bu sırrı bildi ya artık bozar, yapar kendi.
Bu keşfe oldu muvaffak İkincisi gelsin,
Merakı gizli duran şu hakikati delsin.
Fakat onıan yüreğinde yanardı bir sevda,
Denizcilik, gemi, yelken, mahabbet-i derya.
Gelince mah-ı haziran, olursa bir meltem,
Düşerdi gonce-i sevdaya dürre-i şebnem.
Hemen o gün sıvanırdı pür-itina paçalar,
Ederdi ma’şer-i emvac içinde geşt ü güzâr.
Elindeki geminin armasında yok noksan,
Direk, dümen, yeke, yelken, filok, seren, camadan
Gerilsin uskutlar, orsa, boşlayın laçka
Dokunma keyfine gitsin bırak biraz da pupa!
Yavaş yavaş geliyor bak na başladı imbat,
Açıl şaf ak gibi ey ba’dbân-ı İstidat.
Nasip alınca bu yolda peri-i deryadan,
Olur ya belki de âtide şanlı bir kaptan.
Şu rüzgâr-ı şu’ûnun önünde fülk-i hayat,
Erer mi sahiî-i maksuda kim bilir? Heyhat!
Emel, sebat u mesai zebun-ı hükm-i ezel,
Kolayca keşfolunur mu hiç ufk-ı müstakbel?
Mukadderat u tavâli’ meşiyet-i edvar,
Şu medd ü cezr-i havadis, vürüd-ı leyi ü nehar
Verir nasibini az çok, önünde bermutat
Cenab-ı Kadir-i Mutlak ki Rabb-ı İstidad.
Eder havatırı ihya teheyyüc-i ilham,
Tefekkürat-ı teellüm güzâriş-i eyyam,
Nedir sebep ki ölen şu hayal ü ezmandan
Nasibe çin-i teessür olur, durur insan?
Na işte bak yine maziye daldı fikr-i melül,
Yaşar mı ehl-i dil olmazsa gam ile meşgul?
Bu bir geceydi ki mehtab-ı vecd-âverden
O nazenin-i semadan, nücüm-ı ezherden
Yağardı mehbet-i ilhama nurdan eihan,
Olurdu safha-i deryada mevceler raksan.
Berây-ı seyr ü tenezzüh pederle İstidad,
Çıkıp yola Tepecik Kahvesi’nde bermutat
Beş-on dakikayı hoşça geçirmek istediler
Denizlerin kıyısında o şeb oğulla peder.
O dem göründü uzaktan iki hayal-i garib,
Safa-yı meclis-i yaranı ettiler tertip.
Oturdular mütevazı kenar-ı sahilde.
Ayandı aşk-ı Huda, çehre-i fezailde..
Çıkınca zir-i bigalden birer uzun torba,
Bizimki gördü ve sordu ne olsa bu acaba?
Sada-yı nay-ı beyan guş-i canda aks-âver
Olunca “anlatırım sonra sus” demişti peder.
Mükevvenat u avalim tecelli-i nura
Hüründü neşve-i vahdet saray-ı Mansura.
O navedan-ı zülal-i serâir-i lâhut,
Nedim-i mutrib-i uşşak enise-i meleküt,
Kiyâh-pare ki sahra-neverd-i aşk u cünûn,
Olur havâfil-i ehl-i garama râh-nümün.
Göründü dide-i müştaka çehresi yârın,
Okundu şu gazel-i bî-misali 1 Esrar m:
Ne cevr-i yâra tahammül ne azm-ı râh ederim,
Döner döner bakarım küy-i yâra âh ederim.
Diyor o şair-i sevda penah-ı Mevlânâ,
Garik-ı rahmet-i Mevlâ muhibb-i Âl-i Aba.
O demde koptu dilinden bir ateşin feryat,
Uyuştu kaldı yerinde zavallı İstidad.
Evet, sabaha kadar uyku girmedi gözüne,
Suale başladı akşamki macerayı yine.
Cevaba muntazır olmuştu gûş-i can açarak,
Kulak kesildi vücudu, peder demişti ki: Bak,
O gördüğün iki dervişin ellerindeki şey
Birer kamıştan ibaret idiyse de adı ney.
Nasıl sadasını sevdin mi?
“Ah, hiç sorma.
Nasıl yaparlar onu, söyle, of baba yorma.”
“Nasıl yapıldığını bilmem işte gördün ya,
Bırak sen onları şimdi.”
“Aman efendi baba,
Bırak sen onları şimdi olur mu? Ben sevdim,
Günah mı çalması yoksa? ”
“Değil fakat derdim,
Bütün bütün unutursun elindeki dersi,
Kolay değildir o oğlum, işittiğin o sesi
Çıkarması mütevakkıf uzun uzun seneye.
Hem ellerin yetişir mi boyun kadar o neye?
Bırak sen onları şimdi dedim ya, derse çalış.
Unutma Tuhfe-i Vehbî yi ezber et yaz kış.
Yaşın sekiz dokuz oldu, buğün Gülistan’dan
Ne belledin, haydi söyle.”
“İkinci babı.”
“Heman
Cevabı buldun işin oldu sanma ki bu zaman
Maarif ister a oğlum, tarik-i dervişân,
Ulüm-ı marifetin müntehasıdır bî-şek
Bu râha salik olanda sebat u ilm gerek.
Yanımda bak duruyor işte Mesnevi-i Şerif
Ki magz-ı Hazret-i Kur’an, hikem, nikât-ı zarif,
İçinde hepsini yazmış Cerıab-ı Mevlânâ,
Kemal-i iim ile bak “Bişnev ez ney”i başına
Komuş ki işte dün akşam işittiğin neyden
Duyup da anlayasm. O kamış ki bir ot iken
Lisana geldi de birçok hikâye anlattı
Değil mi? ”
Öyle evet, neymiş anlaşıldı adı.
Hülasa çok bile geldi bu rütbe izahat,
Bunun netice-i sermayesi nefesle sebat.
Bizimki doğruca indi o anda çardaktan
Kopardı bir kamış indince en münasip olan
Delikleri açarak buldu derdine çare,
Takıldı bir makara oldu sanki başpare.
Çıkan sadayı duyan âdemin dişi kamaşır,
“Neva-yı saz-ı mahabbet bozuk düzen yaraşır”
Devirdi dağları Şirin yolunda bak Ferhad,
Hevesle her neyi tutsa bırakmaz İstidad.
Birer birer sayalım mı elinde sanatını?
Hezâr-fenliğini, kuvvet ü meharetini?
Demirci, terzi, balıkçı, kalaycı, kunduracı,
Kayıkçı, avcı, marangoz, cilacı, lostracı,
Fırıncı, oymacı, aşçı, tulumbacı, nakkaş,
Dövüşçü, kavgacı, uysal, inat, biraz kallaş.
Ufak tefek bulunurdu elinde birkaç şey,
Bir anda hepsini yaktı kavurdu ateş-i ney.
Olanca mameleki varsa şimdi bir sandal
Alındı Süm bek i’ den bir de çaldığı şu kaval.
Nasılsa her üçü birden buluştu ehl-i heva
Ki neyle leb be leb oldu deniz safası caba.
Bu tavr u tarz ile geçti beş altı yıl, derken
Göründü İzmir’e doğru sefer bu yerlerden.
Satıldı sandalı yalnız, onu kavalla kader,
Çırak çıkardı, hayal oldu aşiyan-ı peder.
Birinci darbe-i hicran şu iftirak-ı vatan
Dem-i sabâveti, rüşdü, cevâne-yi insan,
Hayal-i afil ü zail görür, bilir de yine
Gömer merâret-i hicri mezar-ı sinesine,
O köhnemiş dem-i mazi, o küflü hatıralar,
Birer birer açılır da sehab-ı hüzn ü keder
Saçar dumû’-ı firakı o yâd-ı pür-cenge,
Girer şu kalb-i şegaf-dâr renkten renge.
Nedir meali şu ömrün, hayat-ı pür-zehrin,
Tahavvülât-ı zamanın, şevâib-i dehrin?
Gınaya fakr musallat, hayata div-i memat,
Firak vuslata galip, ziyaya da zulümat
Bükâ, muakkib-i hande şebabeti pîri;
Marazsa sıhhata hâkim, bu hükm-i takdiri
Getir de nazra-i iman u ibrete bir bak,
Yekûnu cümle-i ömrün şu bir avuç toprak.
Hülasa nik u bed ef’al-i vakıa haktır,
Olan biten ne ki varsa bir emr-i mutlaktır.
Sinn on beşe geliyordu cihan-ı kevn ü fesad
İçinde başladı cevlânâ cidden İstidad
Girid49 ile Bodrum’dan o yol sekiz günde.
Alındı İzmir’e bastık ayak peder önde.
Kalındı bir iki saat binildi tekraren,
Vapur mu, sal mı? Bilinmez o tontona bahren.
Görüldü şöyle uzaktan Köroğlıinun kulesi,
Alındı tam iki saatte Urla iskelesi.
Tutuldu aynı zamanda büyük iki araba,
İniş, yokuş, tepe, düz çekti haylice kasaba.
Değişti 6Wa’da tarz-ı hayat ü hiss ü muhit:
Birinci derdi deniz yok, ikinci derdi basit.
Giran sıkıntılı, rnüziç bir ömr-i bî-vâye
Sarıldı âşık-ı avare-dil kederle neye.
Vatan-cüda iki sergeşte aşkı tesise
Çalıştılar dil ü candan gelip nefes nefese.
Sinn on beşe geliyordu demiştik evvelce,
Değişti kan, asabiyet, havası tehyice
Koyuldu, başladı serde behar-ı fasl-ı şebab,
Belirdi ufk-ı likasından reng-i ebri-i hicâb;
Uyandı gizlice mizmar-ı müphem-i hevesât,
Bunlandı fırtınalarla sema-yı hissiyat.
Ufak ufak helecanlarla raşeler peyda
Olurdu kalb-i rakikinde, daimî rüya
İçinde bir mütereddit cihan-ı esrarın
Dilerdi kâşifi olmak, bu ruh-ı bîmann
Dalardı vadi-i sevdaya infialinden,
Su beyti ben işitirdim lisan-ı hâlinden:
Diyar-ı gurbete düştüm, vatandan ayrıldım,
Vatan gözümde değil, ah senden ayrıldım.
Rebab-ı aşk u şebabm nühüfte perdeleri,
Okurdu defter-i gamdan neşide-i seheri.
Doğardı matla-i dilden şumûs-ı şevk u garam,
Heva-yı hars-ı cevânî ile ruh, pür-ilham,
Neva-yı nây şikâyette, girye-i nagamat,
Dimağ-ı gulguledârında bî-aded sademat,
Teheyyücât-ı hararetle dideler mahmum,
Leyal-i cevv-i hayalinde bin tuyûf-ı gumûm.
Hümum ile mütegayyir hüviyet-i ula,
Humûl ü hicrle pür-mevc sahil-i sevda.
Kelâl-i reyb ile meshûf menbâ-ı hikmet,
Feza-yı ruhuna dolmuştu meyl-i ulviyyet.
Nasılsa çarşıda gezer iken bir gün dalgın,
Sımah-ı kalbine çarpmıştı bir sada-yı hazin.
Bir irtiâş ile irkildi, durdu pür-heyecan,
O aşina-yı dil-i zâra doğru koştu heman.
Nedim-i ruhu olan ney değil mi? Zemzeme-zen
Kemal-i hayrete müstağrak oldu kalbinden,
O anda duydu, işitti şu emr-i gaybîyi:
Edeble gir içeri bir münasebetle iyi,
Beyan-ı hal ederek macerayı nakleyle,
Ne geldi, geçti başından birer birer söyle.
Bir iştiyak-ı tahassürle, girdi, verdi selam,
Açıldı işte o anda ridâ-yı sahrı-ı meram.
Edeble dinledi, dikkatle baktı perdelere.
Kavuştu şimdi hakikatle yâr-ı nâle-gere.
Suale başladı, şöyle ney üfleyen âdem
“Efendi, sende heves var neye yanılmazsam.
Yabancı olmadığın belli.”
“Yok efendim ben,
İkinci defa ki duydum bugün neyi sizden.
Sekiz yıl oldu sanırsam ki bir gece” diyerek
Hikâye-i dem-i mazi-yi söyledi tek tek.
O Neyzen’in adı Kâzım’dı sanatı perükâr,
Okuryazar, sesi hoş, sinni, ömrü kırk iki var.
Biraz nota bilir, az çok da aşina-yı usul,
Ne mutlu ders alabilmek eğer ederse kabul.
Reca ve minnete hacet görülmedi asla
Yetişti himmet-i lütf-ı Cenab-ı Mevlânâ.
Birinci ders s adalar, ikinci ıskalalar.
Zuhura başladı az çok ufak, kolay havalar.
Yazıldı deftere hayli, işaret ü tarif,
Ederdi perdeler üstünde sesleri tasnif.
Bu say ü şevk ile geçti epeyce bir müddet,
Teheyyüc-i a s a b iy y e t, tagayyür-i sıhhat
Zuhura geldi bütün şiddetiyle üstünde
Hücum ederken üç defa hamle bir günde.
Bayılma, nevbet-i sara, tevehhümâta dalar.
Tabipler, hocalar, evliyalar, ırvasalar.
Bu ıztıraba olan yoktu çare-cûy-ı halas,
Ne edvıye, ne etibba, ne nüshalar, ne havas.
Göründü Urla’dan İstanbul’a, bu kerre sefer,
Berây-ı emr-i tedavi, pür-ıztırap u keder.
Yanında validesi, kaldı Urla’da pederi.
Zavallı ailenin gamla doldu dideleri.
Kolayca bitti bu yol da çıkıldı Sirkeci’ye,
Müracaatları hiç sorma doktora, hocaya.
Ayazmalar, Baba Cafer’le türbeler, Eyyûb,
Olur ya, belki tesadüf eder rical-i guyub.
Birer birer dolaşırlardı hastahaneleri,
Nasılsa çıkmadı gitti bu illetin bir eri.
Duyuldu bir mutahassıs ki ismi Mösyö Pepo,
Bu derde var ise bir çare mutlaka odur, o.
Alıp götürdü ehibbâdan onları bir zat,
Hatırlı, hem o da doktor, mufassal izahat
Verildi, cümle suale; alındı ilaç
Dedikleri tutulursa bu hastalık iz’âç
Ve muztarip edemezmiş, geçer imiş çabucak.
Fakat tedavi-i lazımda ihtimam olacak.
Bu nush u dikkate vabeste emr-i tahlisi,
Bu illetin sebebiymiş teşebbüs-i şahsî.
Görüldü hayli sebepler ki arızî, fıtrî,
Teheyyüc-i asabînin bu şekl-i nev-eseri.
Bir itina ile sormuştu hastadan doktor:
“Muhabbetin neye vardır” deyince ney dedi, dur.
Eğildi valideye doğru söyledi bir şey
Kavuştu âşık-ı şeyda o yâr-ı cana yine;
Şikâyet etmemeli; kim giderse bildiğine,
Azimetin hemen aynı bu yoldaki avdet,
Cenab-ı Şâfi-i Mutlak, iade-i sıhhat
İçin irade buyurmuş ki Hâlik-ül icad,
Onun elinde hayat u memat-ı İstidad.
Göründü iskeleden Urla bağlan tekrar,
Öpüldü dest-i peder, hem sirişk-i gam isâr
Edildi, aile beyninde bir samimiyet,
Muhabbet-i ebediyye teceddüt etti, evet.
Verildi âşık-ı mansura hayli serbesti,
Kederle aldı sazı bak neler deyip kesti:
Evet dedi, “Neme lazım benim şiiküfe-i ter? ”
Neyim ile “Bana sinemdeki bahar yeter.”
Biraz da bağlama öğrendi, kırdı tel curadan,
Çıkardı bir iki zeybek havası tanburadan.
Geçirdi böylece hayli gün, ay, sene, hafta,
Nasılsa aklına geldi duvardaki çifte.
Uzandı, aldı ve baktı, heman tamam dolu,
Bir âdeme bu da lazım dedi ve tuttu yolu.
Açıldı şöyle şehirden bila-fütur u kusur,
Tüfek elinde, bıçak belde, çantada mansur,
Yanaştı bağlara doğru, berây-ı sayd u şikâr,
Oturdu bir tepenin arkasında, etti karar.
Göründü bir sarı asma, ateşledi, düştü,
İkincisiyle, üçüncü de böyle ölmüştü.
Küçük, büyük sekiz on kuşla döndü akşam eve,
İsındı gönlü, alıştı gözü muhit-i neve.
Tüfek, barut, kama, kapsül, bıçak, çakı, kurşun
Tabanca, bağlama, ney, vay, bizimki oldu tosun
Bu sürdü haylice, baktı peder neticesine,
Göründü ruy-ı vehamet ki hepsini o sene
Aşırdı İzmir’e doğru bir ev de almış idi
Bizimki başladı tefrika burda nik ü bedi.
Pek öyle sürmedi çok, zail oldu haydutluk,
Cihanı dönse dolaşsa sonu kavalla soluk.
Bu anlaşıldı, kaviyyen, tarik-ı muhtasarı
Soruldu ehl-i vukufa koşup aşâ yukarı;
Bulundu çare-i vuslat bu kalb-i şeydaya
Edince arz-ı meram âstân-ı Molla’ya.
Tealiyât ü mesaiye mâye, aşk u nijâd,
Yavaş yavaş ediyor istihale İstidad.
Huzu’-ı pâki-i vicdan, hulüs-ı niyyetle,
Huşu’-ı rub u reca şule-i muhabbetle,
Kemai-i acz u tehalükle, sineçâk-ı ümid,
O yareler ki gönülde olundu hep tecdid.
Sen ey! Penah-ı ümem, âstân-ı Mevlânâ,
Melâz-ı kalb-i hazin sayeban-ı aşk-ı Huda.
Kuşattı gönlümü zucret bulutlarıyla hümûm.
Açıl bu bî-kese dervâze-i nevâhi-i Rum.
Zemin fena-yı beşerle dehen-güşâ-yı memat
Zeman füsûk u mezalim ile adüvv-i hayat,
Zalâm-ı zulmet ile şark, leyle-i deycûr,
Tahakkümât u temeddünle garp, pek mağrur.
Şimal berfe bürünmüş, cenup nâ-mekşûf,
Sağımda afet ü tufan, solum susuz, meshüf.
Peyimde mazi-i ekdâr, önümde âti-i gam,
Şu hale bak, meded ey çaresâz kalb-i elem
Deyip de elsiz, ayaksız düşünce dergâha
Göründü Pîr-i tarikat heman bu güm-râha.
O zat, mürşid-i azâm ki, Şeyh Nurettin,
Harim-i mahfel-i irfanda canîşîn ü metin.
O anda bertaraf oldu hemen sual ü cevap
Dedi: “Biraderi gör durma, eyle meşke şitap.”
Cemal Efendi ki Şeyh’m biraderi, hem de
Birinci neyzeni dergâh-ı Pîr’in ol demde.
Kemal-i vecd ile tebliğ-i emr-i Şeyh etti,
Kabule mazhar olup şevk ü gaşy ile bitti.
Sarıldı damen-i Üstada öptü ellerini,
Der-i cemaline vakfetti canını, serini.
Açıldı, bâb-ı füyüzu hazine-ı hünerin,
Kapandı perde-i âlâmı ömr-i derbederin.
Nota ile meşke devam etti şöyle birkaç mah,
Sema’a mutribe girdi ney elde, başta külah
Füyüz-ı Hcızre.t’i Pîr’e şu en celi burhan
Ki geçmeden sene nazm u kavâfi ü evzân
Yakıştı ağzına az çok dilindeki hevese
Ve hem de yazdı gazeller sütuıı-ı Mııktebes’e.
Tanıştı birçok eâzımla şimdi İzmir’de,
Bulundu hayli zaman meclis-i ekâbirde.
Cenab-ı Eşrefe, Abdülhalim Memduh’a,
Şekib’e, Hakkı’ya, Nevzada ah Ruhi Baba!
Ederdi tekyede hizmet bu ehl-i irfana,
Karıştı işte bu yolda miyan-ı insana
0 bir geceydi ki gördü garip bir rüya,
Döküldü destine dendam cümleten, amma
Sadef gibiydi letafette, hepsi de parlak.
Duyulmadı acısı, sonra bir sema-yı şafak.
Açıldı, uçtu fezaya elinde tuttuğu ney
Nedir bu vakıa, böyle göründü peyderpey.
Halil Efendi anın rehberiydi dergehde,
Hikâye etti bu rüyayı şöyle yordu Dede:
Sözün, sazınla yazında fürüğ-ı ulviyyet
Ki, şule-pâş olacaktır, ilerde bence evet.
Gelirdi haftada bir kerre Urla’ûan pederi,
Şaşar kalırdı görünce bu eski derbederi.
Ederdi Hazret-i Şeyh’e niyaz-ı bî-payan,
Benim değildir, efendim vakıf kapında bu can.
Bu sade mekteb-i rüştiyyede biraz benden,
Okuryazar gibi olmuştu. Çıktı pek erken.
Evân-ı devre-i tahsili kaldı böyle basit
Müsait olmadı mazi, felek zaman u muhit.
Olanca gördüğü malum-ı arifâneleri,
Bağışladım der-i Dergâha sîzsiniz pederi.
O yıl da böylece geçmişti, sinni yirmisine
Takarrüp eyledi İstanbul a hemen o sene
Berâ-yı ilm ü hüner tavsiyeyle yolladılar,
Cenab-ı Fâtih-ü-ebvâb kim bilir ne kılar?
Geçince Fatih’i Fethiyye semti medresesi,
Mekânı oldu, düşündü derince pîş ü pesi.
Oturdu derse o Cami de Molla Cami’ den,
Ne anladı ve ne öğrendi, bilmedim daha ben,
Bu gün ki yirmi yıl oldu, zavallı bak hâlâ
Bulur cehalet-i mekşûfesinde hakk-ı zekâ.
Ne ilm ü fikr ü maarif, ne servet ü sâmân,
Elinde bir kuru ney kaldı âh u meyle hemân!
Onun terâcim-i hâli şu yirmi yıllık ömür,
Şu dâstân-ı hayatı ki hîçîye gömülür.
Bıraktım en mühim ezmanı Neyzen’in diline,
Biraz da kendisi yazsın, üşenmesin eline.
Zûr ile konmaz başa, şehbâl-i irfan sayesi,
“Kabiliyettir husul-ı matlabın sermayesi”
“Elde istidad olunca kâr kendin gösterir.
Düşmüş olsa nâr-ı sırr-ı hilkata dağlar erir.”
Mebde ü amâl pîşinde açık; binlerce yol
“Sun’ Hak azade-i lâv ü niâmdır bilmiş ol.”
“Gördüğün noksan senin çeşm-i galat bımindedir.”50
Gaye-i maksuda ermek silki tayinindedir.
Nikübed, esrar-ı hilkat medd ü cezr-i hadisât,
Cilve-i ikbal ü idbâr u mesai vü sebat,
Muktaza-yı hükm-i karun-ı ezeldir hey oğul
İtiraza kalkma, emr-i Hak edilmez kontrol!
Merkez-i aramın olsun südde-i bâb-ı rıza
Durmasın kalbinde agrâz-ı mezâ vü mâ-mezâ.
Say ü kûşîş eyle, hem kalma teşebbüsten geri,
I lasıl u nıâ-hasıla tatbik et hayr u şeri.
Fikrini sjafiyet-i kalbinde mezcet, doğru ol,
I loş geçiin, balâ vü peşle, olma hem kel hem fodul
Fikret ü tedbirine olsun teenni rehber
Râh-ı istticaie düşme, sa’yini eyle heder.
Sû-i istimale kalkma, var ise kurnazlığın,
Hazır ollsun daima düşman için dâmın ağın!
Doğruluktan sapma lâkin öyle ol ki hilede,
Kurduğ; un tedbir ile a’da bulunsun kündede.
Böyledir hulk-ı Nebî âdât-ı Rabb-ül âlemin
Bir ber,at-ı hudadır “Vallahu hayr-ül-mâkmn.”
Hayr-hiâhî safha-i vechinde olsun aşikâr,
Sosyaliistlik levha-i kalbinde kalsın pâydar!
Zevk-yab ol âdemiyyetten, biçersin ektiğin,
Sû-i fi’liin aksidir, âlemde varsa çektiğin.
Kâffe-i mizan-ı irfanında tartı tecrübe
Olsun amma pek inanma sonra kaynarsın dibe!
Gördüğün her âdemi sırdaş sanıp bel bağlama,
Açtığını surâh-ı râza derde kendin ağlama!
Mermii vü sahtî nihadında bulunsun mümteziç,
Etmesin asabı humma-yı nedamet muhteliç.
Düşmanı tart önce, bak sonra elinde kuvvete,
Hırboluk etme; dalatma kendini her bir ite!
Yüzde elli varsa kuvvet, yüzde bin hud’a gerek,
Menfaatle sulh et, olmazsın ziyanda müşterek.
Kat’-ı ümmid.ettiğin sezdirme asla düşmene,
Bir bülöfle atlatırsın kündeden belki yine.
Et tevekkülden tevakki elde kuvvet var iken,
Parmağın incitme meydanda dururken kerpeten.
Bil ganimet fırsatı; eyle kanaatten hazer,
Haklamazsan verdiği nimetleri Mevla kızar.
Kuvvet-i mevcudeni cem et, zaferden ol emin,
Sonra hakka kıl tevekkül, çünkü etrafın metin.
Önce ihzar et, kilitle ambarında tûşeyi,
İhtiyatı koy muhafız, pâsban endişeyi.
Badehu eyle kanaat, bir ziyan gelse bile,
Sabredersin, çare yokmuş der bu emr-i müşkile.
Bir hata çıksa elinden olmasın belli eki,
Akl u irfan bir zaman etmez kabul eşşekliği!
Bir kavi düşmanla hem-meclis olursan evvela
Şüphesiz bir fikri vardır, anla, öğren mutlaka.
Bilmemezlikten gelip depret yavaşça derdini,
Ger açarsa göster âsâr-ı teessür ki seni
Yâr sansın, zail olsun ortadan agrâz ü kin,
İntikama hırsı çoktur çünkü nev-i âdemin.
Sen yine olma emin ha! Daima iskandil et,
Şule-i izanını fanus-ı fikre kandil et.
Kurtulursun böylelikle çünkü bünyan-ı hayat,
Hep didişmekle kurulmuş, bu, esas-ı kâinat.
Çok mücerrebdir evet, göz hasmını elbet tanır,
Sen sezer sezmez plan kur, o seni bilmez sanır.
İltifata daim ol, şeyn-i taarruzdan berî,
Belki dönmüştür o fikrinden nedametle geri.
Âşık-ı dildade kal her dem ulüvv-i haslete,
Müstenit ol cümle ef’alinde hüsn-i niyyete.
Bir meseledir: Son peşîmanlık halas etmez seni,
Nadim ü mâit olan ruhiyle dinle Neyzen’ı.
Medrese bir lafz-ı pür-mana ki indimde benim,
Sayesinde baldıranlık oldu sahn-ı gülşenim.
Tohm-ı istidad-ı hilkat hâk-i feyz-âbâdına,
Düştü, çıktı bir şecer zakkum kendi adına.
Bazı erbab-ı mezalim meyvesinden tattılar,
Yer yemez torpillenip gayya-yı kahra battılar.
Bağlıdır şansa bu nimet herkese olmaz nasip,
Çare-sâz olmaz bunun tesirine hiçbir tabip.
Zulm u gadrin kahr u çevrin kim olursa sahibi,
Görmeden kıvrandırır bir iğne yutmuş it gibi.
01 kadar tesiri çoktur ki okursa bî-hilaf,
Dehşetinden eyler ıskat-ı cenin-i itiraf.
NFşe-i semdâr-ı kilkimden olur zir ü zeber,
Hicvimin her lafzı yağmur görmemiş zenbur-ı har
Bir adet mısraı kâfidir berâ-yı intikam,
Melanetle ettirir ta haşre dek ibka-yı nam.
Kurtuluş yoktur elinden olmadıkça tövbekar,
Öyle mübrem bir beladır ki cehennemden çıkar.
Kâfir-i Tâgut olur Mevla yolunda cenk eder,
Nâ-pezir-i intiha cevvi hayale teng eder.
Ateş-i dûzahtan önce zalimi hicvim yakar,
Yıldırımlar yağdırır, şiddetle beyninde çakar.
Fikrime düşdükçe böyle hatırat-ı medrese,
Defn olan eyyamı orda kalb ü ruhum sevmese
Pür-telehhüf bahsedip durmazdım ol viraneden.
Belki vardır kariinden o gam-âbâdı gören.
Bir harabezâr-ı çille, pür-kasavet, sakfı yok
Dense, caizdir, binasından ziyade çok oyuk.
Tahta bir perde ridâ-yı ihtifâsı vechinin,
Setrolunmuş aybıdır sanki Stanbul şehrinin.
Köhneyen yıllar bırakmış iz der ü divârına,
Sormamışlar derdini surâh-ı pür-esrarına.
Sırtımızda rengi uçmuş bir aba, başta sarık,
Molla Câmi elde, ney koltukta gez, her yer açık.
Derse baksan da ne anlarsın ki serbesti-i tam
Eldedir, yok imtihan, râh-ı sefahette devam
Etmiş olsan kim ne der? Hem bak yakın burdan Balat,
Ref-i destar eyle akşamüstü git birkaç tek at,
Def-i ekdâr, düşünme derd-i ferdayı bugün,
Gurbet elde gûşe-i meyhanedir seyran düğün.
İşte âsâr-ı Ziya. “Sakî getür ol badeyi,
Maye-i candır” demiş, bu dehri sen ondan eyi
Anlamazsın, bak Kemal’e, Hâfız-ı ŞirâzTye,
Başlamış divanına “Yâ ey-yü hes-sâkıy” diye
İşte eslâf-ı Arab, sermest “Alâ zikr-il Habîb”
Şark’ta her sahib-i irfanda bu sırr-ı acîb.
Hemdem olmuş neyle mey bezm-i ezelde, iftirak
Bir zaman çektirmedim ben bunlara hiç iştiyak.
Hayli gün minval-i meşrûh üzre oldum demgüzar,
Sayesinde nây’imin az çok kazandım itibar.
Şeyh Vasfi, Mustafa Sabrı’yle Hace Asım’a.
İntisap ettim, oturdum ders-i Musa Kâzım’a.
Dinlemişlerdir fakirin haylice taksimini,
İltifata gördüler şayan bu aciz Neyzen’ı.
Olmuş olsa bende ehliyet olurdum müstefit,
Neyleyim ki bende âsâr-ı liyakat nâ-bedıd.
Bursalı Hafız Emin isminde bir ehl-i vefa
Vardı, İzmir’den; tanırdım burda çıktık aşina.
Bence bu âdemdi mizan-ı vefanın bir kefi
O tanıttı acize şair Mehemmed Akif i.
Hazret-i Akif ki sahib fazl u üstad-ı güzîn,
Her cihetle hâl-i dervişaneme oldu muin.
Birçok üstadân-ı ilm-i musikiye intisap
Eylemiştim saye-i lütfunda ki nimel meâb.
Kendisi bizzat okutmuştur fakire Bûstan,
Hem Fransızca, Arapça, Farisî birçok zaman.
Mevkiimde başkası olsaydı bî-şek daima
Per açıb cevv-i maarifte ederdi irtika.
Âdem etmek çün beni pek çok yorulmuştur bu zat,
Kalmışım ruhumla minnetdarı, mâdâm-el-hayat.
Başlanıldı bezm-i nûşa-nûşa, Âyin-i Cem’e,
Meclis-i sahba-yı rindân, pür-safa pür-zemzeme.
Şevk-i mey, feryad-ı ney, aheng-i tambur u keman,
Bang-i hey hey, neşve vü işve, hıram-ı sâkiyan.
Çeşm-i ahu, gamze, ebru, zülf-i zerrin-i nigâr,
Halka-i giysû, letafet, gerden-i sîmîn-i yâr,
Ref-i resmiyet, nüvâziş, şive bezm-i iltifat,
Güftügülar, hande, girye, âhlar sarf-ınüket
Pür-şikâyettir gönüller yardan, ağyardan,
Kalb-i sevdager tutuşmuş, âh-ı şekvâ-bârdan.
Sine pür-ateş girîban-çâk-ı derd-i iftirak
Dil perişan, dide pür-cûş-i sirişk-i iştiyak.
Har bir humma-yı hicranla dudaklar raşedâr,
Zıll-i ümmid ü tahassürle nazarlar bî-karar.
Büsiş ü müphem hayal-i hâm-ı yâre âşinâ,
Râz-ı mazi-i tahattur lebde perrân daima.
Bir gazel, tezyid-i germiyyet için meclis-medar,
Ateşin bir nağmegûş-i canda her dem payidar.
Girye-rizân-ı teessür şem’â hengâm-ı tarab,
Bezm-i ferdaya muallak şeb, şafakla leb-be-leb
Leyl-i hülya subh-i hlçîde pezirâ-yı hitam,
Oldu mey rîzân, gönüller kaldı meşhûn-ı garam.
Geçti üç beş sene bu tarz ile eyyam-ı hayat,
Kaldı yüz üstüne tahsil-i maarif heyhat!
Himmet-i Hazret-i Akif ile aklımda kalan
Sekiz on beyt-i perişan, bır-iki fıkra heman.
Kûşe-i medresede geçmiş olan ömr-i sefil,
Ruhumu, kalbimi yoksuzluk ile etti alil.
Pederin yolladığı ayda yetişmezdi heman,
Tutmaya başladı az çok ney elimden o zaman.
Ederek zade-i tab’ım ile etrafa temas,
Oldu badi-i maişet nefehât ü enfâs.
Tekkede, medresede, evde, otelde, handa,
Çarşıda, mey-kedede mastaba-i rindanda,
Dağda, sahrada, gülistanda, reh-i gurbette,
Künc-i mahbesde, felakette, dem-i mihnette,
Beni terk eylemeyen nây-ı vef ad arımdir,
Sâyimin mefharı ser-deste-i asârımdır.
Dest-i aczimdeki bu tuhfe-i Mevlânâ’dır,
Tercüman-ı niket-i elsine-i manadır.
Tesliyet-sâz-ı dilimdir dem-i zucrette benim,
Hemdem-ı meclisim eyyam-ı meserrette benim.
Neyzen’in namını ibkaya sebep olmuştur,
Ebedidir sesi bir hayli, plak dolmuştur.
İşte İstanbul’u ben böylece, bildim tanıdım,
Ney’imin nağmesidir, varsa kolumla kanadım.
Sabredip medresede kalmış idim dört beş yıl,
Sonra bir handa oda tutmaya hükmetti akıl.
Nakledince hana az çok döşemiştik odayı,
Yan gelip kaynatarak bolca semaverle çayı
Postu serdik köşeye, sazları astık duvara;
Haydi tahsile gelen haytada sen mantık ara!
Musikiye burada hayli emek sarfettim,
Oldum erbabına kalbimle, canımla hâdim.
Toplanırdık bütün ihvan ile meşkhane gibi,
Geçilirdi orada parçaların müntehibi.
Nerede olsa çıkar erbab-ı dile bir engel,
İşte bir mısra-ı Sâdîde bu hikmet mücmel:
“Gene ü mâr u gül ü har u gam u şâdî behemend.”
Burda da kahpe felek vurdu mesaimize bend.
Bu tecemmü sayılırmış, olamazmış asla,
Görmesinlermiş o âdemleri hem bir daha ha!
Bu emir beynime bir ok gibi çarptı deldi,
Hancının vasıtasıyla karakoldan geldi.
Bir gece serkomiser kendisi etti tembih,
Pek ağır geldi benim ruhuma bu emr-i kerih.
Bir taraftan vatanın hâl-i felaket-gîri,
Bir taraftan rakının saika-i tesiri,
Etti gönlümde yanan şem’a-i sâyi itfa,
Meslek-i Neyzen’m aynı bu hükümette kafa.
İstemem ki açayım safha-i istibdadı,
Üzmeyim hatırasıyla dil-i gam mutadı;
Vardı tembelliğe, avareliğe, çünkü heves
Neresinden kopacaksa orasından tut kes
Diyerek vurdum o anda yine baştan karaya,
Çıkarıldı o mesai, o emekler daraya.
Başladık Sirkeci, Langa, Galata, Beyoğlu,
Mezeler hoş, kafadar var, şişeler hepsi dolu.
“Haydi yahu içelim.”
“Dur be birader! ”
“Garson! ”
“Amesos! ”
“Baksana şurdan iki üç dane limon
Al da gel, bak, iyi olsun.”
“Meze yetmez mi? ”
“Yeter.”
“Maksadım başka efendim, elime taze lüfer
Geçti de ızgara yapsın diye verdim büfeye.”
“Ne kadar? ”
“Haylice var.
“Öyle ise İstafo’ya
Söyle de hepsini yaptırma, bayatlar sonra
Şimdi artık içelim, o geledursun avara”
Duranı sevmezmiş kullan da, Allah da.
“Öyle olsun, şerefe bey! ”
“Haydi, bir dane daha! ”
“Bak, beyim üçlemeli boşlamalı kaidesi,
Doğrudur, reddolunur mu? Bu erenler nefesi! ”
“Eder artık bu işi neşve efendi icra,
Sorma artık sonunu sen ve helümme cerrâ”
Hatırında kalan ilk önce oturdukları bu
Koca meyhane ile karşıdaki eski depo.
Oradan kalktılar amma nereye uğradılar?
Midesi taş gibi, hem her tarafında acılar,
Öksürükler, göz açılmaz, kafada derd-i humar.
“Kalk be yahu! ”
“Bırak Allah’ı seversen kafadar! ”
“Acaba biz otele hangi saatte geldik? ”
“Kim bilir.”
“Hem de cebimde hani bir tek metelik kalmamış? ”
“Dur soralım garsona. Sen şu zile bas,
Başımı, midemi sorma! Ya dilim? Baksana!
Pas! ”
“İşte garson geliyor baksana oğlum bize sen
İki çay söyle, emanetleri al gel. Erken
Açılır mı acaba karşıdaki meyhane?
Şayet açmış ise sen bize birkaç tane
Limon al, bir şişe su, bir de yarımlık doldur.”
“Alırız şimdi beyim,
Kalk da biraz doğrul, otur.”
O emanet ne idi, istediğin şey para mı?
Öyle ya! Çünkü çıkarken yukarı kunduramı
Sildiler. Bir şeyin eksik mi diye sordu herif.
Yoksa düştün mü acep?
Sus edemem ben tarif
Ne ise şimdi gelir de çakarız birkaç tek.
Hoş kaçar şimdi limonlu. Bana bak varsa çilek
Garsona söyle de alsın. Daha dönmekte kafam.
“Pîr-i mahmûrun olur çaresi encûmda cam! ”
Açılırsın iki üç tane limonlu atsan
Bunlar etmekte iken böyle yatakta çan çan,
Arz-ı didar eder artık becerikli garson
Çanta, palto, şişe, üç tane kadeh cepte limon.
“Atalım mı kafadar? ”
“Böyle şeyi sormak ayıb! ”
“Çantaya baksana.”
“Baktım.”
“Acaba var mı gayıb? ”
“Kim bilir kim düşünür bunları şimdi mîrim?
Yetecek var ya bugünlük, yarma tedbirim
Başka türlü. Niyetim Heybeli’ye, Çamlimanı.
“Bana kalsa gidelim Beykoz’a, bülbül zamanı.”
“Bülbülün varsa birader ocağı Akbaba’dır,
Çıkarız Yuşa’ya doğru, bu safa da çabadır.”
“Öyle olsun, atalım mı? ”
“Atalım ya, hay hay.”
Bir ganimet ise fırsat o zamanı buna say!
Nerde olsam başucumda asılı ney’le girift
Hele davud ile şah nısfiyesi var bir çift,
Bulunur şey değil âlemde.
“Biraz yoklasana!
Bir saba, bestenigâr aç, dügâhı tut da neva
Besteyi bir okusak.”
“Kaydı mı yoksa acaba,”
“Haydi, bir yoklayalım, kaymış ise burda nota.”
Beste, kâr, şarkı, semai, iki taksim ve gazel.
Böyle bir gün bu muhabbet koca bir ömre bedel,
Var ise aklın eğer anma gam-ı ferdayı,
Sana ısmarladılar mı bu yalan dünyayı?
Sanki geldin de ne buldun bu harab-âbâde,
Bezm-i gam da bana hün-ı ciğer oldu bade!
Bazı davetlere, eğlentiye icab-ı zaman
Gidilir de buluşurduk bütün ihvan, yaran.
Gitgide söndü bu, tazyik-ı hükümet şiddet
Gösterip kalmadı bir yerde muhabbet sohbet.
Başlamışlardı fakirin izini takibe,
Bu ilerlerse eğer kaynarız elbette dibe
Düştü efkârıma endişe-i habs ü menfa,
Az zaman sonra zuhur eyledi, çok sürmedi ya!
Bab-ı Zabtiyye’de bir haylice müddet yattım,
Lûtf-ı Yezdan’la başımdan bunu da atlattım.
Çıktım amma tanıdıklar bana vermezdi selam,
Nerde olsam iki casus-ı lâin subh ile şam.
Reh-i takib ü tecessüste güderdi izimi,
Ben de ihvanı görünce çevirirdim yüzümü.
Anladım ki yaşamak burda benim çün müşkil
Olacaktır, sonu zindanda zaruretle sefil
Bir ölüm, başka çıkar yol olamaz terk-i vatan,
Ederim be, ne olur? Şimdi de efkâra plan
Bulmanın çaresi, yani vapura binmek içün
İzmir’e tezkire. Sonra? Onu da yolda düşün.
Hasbihal eyleyerek gönlüm ile dertleştim,
İki ay sonra hülasa vapura yerleştim.
Bir haber göndererek valideye İzmir’de
İstedim gelmesini yok ise korku, bir de
Açmasın kimseye asla şu benim gittiğimi.
Validem geldi görüştük, geceye doğru gemi
Demir aldı, Beyrut’u Kıbrıs’ı İskendere’yi
Tuttu, çıktık, karaya bastık ayak, ben de neyi
Yağlayıp pullayarak kendimi attım Mısır’a,
Şevk-i hürriyet ile sırtımı verdim hasıra.
Bir sabah Kahire’ye çıkmış idim erkenden,
Aramıştım oralarda iyi bir Türkçe bilen.
Biri çıktı, dedi: Çoktur burada Türk oteli,
Koyduk eşyaları bir faytona bindik, bedeli
Ne kadardır gecede, bilmeli öğrenmeliyim,
Cümle-i mamelekim yirmi kuruş, bir de ney’im.
Bir fırankmış, ne ise bir oda tuttum derhal,
Parasızlıkla bu yerde yaşamak emr-i muhal
Olduğu zihnime saplandı düşünmekte iken
Birisi sordu:
“Birader yeni mi geldin sen? ”
“Şimdi.”
“Fikrin burada çokça mı kalmak? ”
“Bakalım.”
“Sanatın var mı? ”
“Var az çok.”
“Ne yaparsın? ”
“Kavalım”
Koltuğumdaydı çıkardım, bir iki nağme ile
Bir gezinti yaparak kestim. 0 âdem acele
Ellerimden tutarak kalk dedi, hem yalvararak,
Vardı halinde asalet, dedi:
“Yahu, bana bak!
Ben deminden seni tetkik ile meşgul oldum,
Keşfimin hepsini zatında tamamen buldum.
Sen kaçaksın, bura gurbet sayılır gerçi, fakat
Sanatın kıymet-i hakkı seni pür-şevk u neşat
Nerde olsan yaşatır, bak şu bina yok mu? Dolaş,
Karşıki dükkâna gir, sahibi Artin Karakaş
İyi âdemdir o, git, gör, ona ney üfle biraz;
Seni hem mangırda müstağrak eder hem i’zâz.”
“Necidir, söyle.”
“Fonoğrafcı, saatçi, tüccar
Haydi, hiç durma, o âdem bu ney’i çoktan arar”
Kalktım artık, köşeyi saptığım anda dükkân
Karşıma geldi, göründü: Kocaman bir camekân.
îçeri girdim, o esnada sual eylediler,
Ben de anlattım işin olmuşunu ser-ta-ser.
Hâsılı dinledi takdir ile iş verdi heman.
Hakladım beş lirayı, akşam olunca oradan
Beni irşat eden ehl-i dili buldum derhal,
Dedim eltâfını gösterdi Cenab-ı Müteâl.
Metelik girdiği anda cebe ten oldu çelik.
Doğru meyhaneye gittik, kafayı tütsüledik.
Kardaş olduk, yedik içtik, gece döndüm otele.
Dalmışım uykuya şükreyleyerek Lem Yezel’e.
İki-üç sözle Mısır’da o geçen beş seneyi
Kapamak istiyorum, çünkü bu eyyamı iyi
Bir zamana bırakıp yazmalıyım dikkatle,
Ömrümün kısm-ı mühimmi sayılır bence hele.
Fikrimin orda zuhur eyledi istiklali
Ki bütün tarz-ı hayatım buna burhan – celî.
Olmadım kimseye bende, bana da yok kul olan,
Yaşadım sanatımın zıll-ı maaşında heman
Aldığım para, mukabil hüner ü sanatıma,
Çok mudur yoksa benim kıymet-i mahiyetime?
Görmedim bir gece endışe-i ferdasız ben
Geçmedi bir günüm azade-i enduh u hazen,
Kulak astırmadı yoksa bana derya-dillik,
Vermedim kahrına, eltâfına dehrin metelik.
Bakınız, durmak için işte huzur-Ullah’a
Bir temiz don bulamazsın ayağımda ki daha!
Şimdi şu kırk seneye baliğ olan sinnimde
Eski püskü görülen elbiseler eğnimde
Ya hazırdır, ya hediye. Bugün ısmarlamadan
Yapılan beş katı geçmez, buna vallahi inan!
Sinema, hayli fonoğraf ile yüzlerce plak,
Şahid-i marifetimdir benim. Üç beş avanak
île bir makbereye döndürülen hâk-i vatan
Beni takdir ederek besleyemez. Çünkü zaman,
Hani yazmıştım a Manzume-i İstanbul’daı,
Hüner ü marifetin düşmanıdır her yolda.
Bunu burda keselim, çünkü Mısır’dan bıktım.
Yazdığımdan iki ay sonra şu na’tı çıktım.
Fakiri sen halas eyle Mısır’dan yâ Rasülallah,
Meded kıl, sırtımı kurtar hasırdan ya Rasülallah
Çamurla imtizaç etti pabuçlar altı yıl amma,
Çoraplar iştikâ eyler nasırdan ya Rasülallah!
Bela takip eder kaçtıkça, hikmet ben nedir bilmem,
Başım kurtulmuyor eşşekçe hırdan ya Rasülallah!
Züğürtlükten beni dilsiz sanırken çarşıda aşçı,
Eşek ekmekçidir evde bağırtan ya Rasûlallah!
Gelip de haneme her gün gürültü etmede daim,
Ne ister ben gibi bir tamtakırdan ya Rasûl-Allah?
Züğürtlükten fakirim öyle bin yıllık cenabet kim
Dayak yer girse hammama natırdan ya Rasûlallah!
Bu dünyada neler çektim bilirsin, lütfedip bari
Çıkarma rüz-ı mahşerde hatırdan ya Rasûlallah!
Gümüş, altın gibi madenlere çoktan darılmıştır,
Bulunmaz sikke Neyzen’de bakırdan ya Rasûlallah!
İzmir oldu vatana avdetin ilk iskelesi,
Sâz-ı hürriyetin ahengi bozukçaydı, sesi
Uymamıştı daha kanuna nizâmat-ı usul,
Telleri karma karış, hepsi de çangıl çungul!
Bu akordu yapacak ehl-i hüner elbette
Bulunur sanmış idik daire-i millette.
Bir gün Eşref ile bir yerde oturmakta idim,
Karşıdan görmüş idi Hazreti, Doktor Nâzım
Gülerek geldi, oturdu, dedi ki Eşref ona:
Gelecek şimdi Prens, baksana Kordonboyu’nal
Bu kadar halk birikmiş onu istikbale;
Bakın insaf ederek ortadaki ahvale.
Yakışan şimdi, size terk ile hırsı, kini,
Alınız daire-i sâ’ye Sabahattin’i.
Dedi Nâzım:
“Bana bak Bey Baba, sen bil ki şunu,
Dediğin farz edelim olsa da, bizlerce sonu
Bir riyaziye-i katiyye ile müsbettir
Ki Prens haşre kadar düşman-ı Cemiyettir.”
O vakit gördüm içinde vatanın hırs ile kin,
Bunu kim olsa ederdi o zamandan tayin.
Atladım bir vapura ertesi gün İzmir’den,
Çıktım İstanbul’a, bir cuma günüydü erken.
Geçti eyyam-ı bela, geldi safanın sırası,
Mahfel-i zümre-i yarandı Direklerarası.
Ne kadar var ise erbab-ı sühan ihvandan
Toplanıp sohbet ederlerdi gönülden, candan.
O muhabbet yine baki diye pür-şevk u visal
Geldim amma hani ihvan, hani o feyz ü kemal?
Sahib-i fikret olanlarda taanüdle gurur,
Hepsi bir hiss-i tahakkümle safa-yâb-ı sürür.
Bezm-i yaranı güneşlendiren envâr-ı kulüb,
İhtirasât ile olmuştu tamamen mahcup.
Şımarıklıkla eşekli bütün etvârından
Sezilir, hissolunur hepsinin efkârından.
Yolda, çayhanede hayvancasına fiskoslar,
Arkasından bakarak herkesi tenkide dalar.
Hangi telkin ile safiyyet-i vicdan değişir?
Nal, yular bir de semer uğruna har olmaz a şîr!
Yâd-ı mazi ile az çok görüşürdük yine biz,
Oldu bir vaka sebep ayrılığa, dinleyiniz:
Ki bir geceydi o günler, Sabah-ı Hürriyet,
Fera/j’ta oynanacakmış duyunca bir niyet
Edip biletleri aldım, gelince vakt-i dühûl,
Tiyatronun kapısında polisle süngülü kol!
“Yasak! ” demişti bir asker, sebep nedir, sordum
Bilen yok ortada, hayli zaman da ben durdum.
Dedim biletleri versek de parayı alsak,
Yakıştı doğrusu hürriyet aşkına bu yasak!
Duyan kim? İşte o esnada koptu bir heyecan:
Yapış, bırak, şunu tut, dur, tokat, koşanla kaçan,
Arar mısın? Karakollarla süngülü asker
Yetişti ayrıca, oldu sokakta bir mahşer.
Nutuk, patırtı, rezalet, sada-yı hürriyet,
Dövüş, münakaşa, dava, rical-i Cemiyet!
Bu sürmüş altı saat, ben makama ermiştim,
O kanlı mahbes-i maziye postu sermiştim.

Neyzen Tevfik

12 Bence Sen şiiri Behçet Kemal Çağlar ŞiirleriBehçet Kemal Çağlar
1414 kez okundu0

Garpte dağ, şarkta ırmak
Nerde olsam murat sen;
Güneye düşse yolum
Dicle sensin, Fırat sen.
Haymana ovasında
Ekin, harman, hasat sen;
Meltemimsin Boğaz’da,
İzmir’deysem imbat sen.
Şiirsem, kekelerim;
Anlam katan inşat sen.
Ben uyuşuk itidal
Şahlanan ifrat sen.
Bocalarım ben sensiz,
Ben ham ervah, irşat sen.
Susuzken kaynağımsın
Boğulurken imdat sen.
Cennette gül bahçesi
Cehennemde sırat sen
İşte sözün kısası
HAyat sensin, hayat sen.

Behçet Kemal Çağlar