Yaz Şiirleri

1 Bengal Kaplanları Ve Çeçe Sinekleri şiiri A. Ali Ural ŞiirleriA. Ali Ural
691 kez okundu0

Parlak turuncu üzerine siyah şeritlerle bezeli kıyafetiyle bütün gün uyuduktan sonra, gece davetten davete koşan, gözalıcı kostümüyle dikkatleri üzerine çekmek şöyle dursun, her seferinde gözleri uyuşturup fark edilmemeyi başaran, uzun boylu ve cüsseli; ama çok iyi koşan, yüzen ve tırmanan, uzun otlar arasında ve mağaralarda gölgelenip, kayalık dağlarda güneşlenen, suların ve ormanların sofrasında “buyurun” denilmesini beklemeyen kaplanlar var aramızda.

Hala aramızdalar, yüz binden yedi bine düşse de sayıları. Bir yüzyıl sonra hâlâ aramızdalar; çünkü; iki aylık bir bebek annesinin memesini ancak bulurken, onlar iki aylıkken anneleriyle avlanmaya çıkar, altı aylık bir bebek ancak hecelerken, onlar altı aylıkken öldürmeyi öğrenir, on altı aylık bir bebek henüz yürürken onlar on altı ayda usta bir avcı olurlar. Artık karanlıkta gördüğünüz, rüzgârda salınan bitkiler değil, avlanmaya çıkmış bir kaplandır sadece. Hangi hırsızdan öğrenmiştir yürümeyi bilinmez ama iyi öğrenmiştir ve ayak seslerini, nefes alıp verişini ve yüreğinin gümbürtüsünü duyurmadan ağır ağır yaklaşır avına; atılır, kavrar ve dişlerini boğazına geçirir.

“Tiger, tiger, burning bright

In the forest of the night

What immortal hand or eye

Could frame thy fearful symmetry? (1)

Kaplan, kaplan gecenin ormanında

Işıl ışıl yanıyorsun

Hangi ölümsüz eldir ya da göz

Senin müthiş yapını kuran? ”

İşte sürüklüyor avını, sessizliği sese katarak, yüzlerce metre sürüklüyor; antilopu, bufaloyu, domuzu. Uzun otların arasına götürüyor; yalnız yiyecek. Ne öğretmen! Bize kudreti ve sesizliği öğretiyor.

“Hangi gök çatlağından sızıyor

Gözlerinin alevi

Hangi kartal kanadı, hangi yürek

Hangi el ateşi kavramaya cesaret edebilir? ”

Sırtı dönükken bile gözleri çullanıyor üstümüze; kulaklarındaki beyaz noktalar karanlıkta göze benziyor ve ona göz diken yırtıcılar, o başka tarafa bakarken kendilerine baktığını sanıyorlar.

“Ve hangi omuz ve hangi sanat

Bükebilir kalbinin kirişlerini

Ve senin kalbin çarpmaya başladığında

Hangi heybetli el ve hangi heybetli ayak”

İşte kaplan efsanelerimize giriyor ve biz cesareti, hırsı, kudreti, şehveti ve aşkı onun sırtına yüklüyoruz. Avcılarımız bir kaplanı anlatamadan öldüklerinde ölüyorlar gerçekten, ressamlarımızın kollarına kan, ancak fırçalarını turuncuya ve siyaha batırdıklarında geliyor ve şairlerimiz kelimelerini kirli beyaz beneklerine sürmeden yazamıyorlar.

“Hangi çekiç, hangi zincir

Hangi ocaktaydı beynin

Hani o örs, nerde yumruk

Dehşetinden ürkmeyen.”

İşte kaplan insanı korkutuyor; halbuki avlanma yeteneğini kaybetmiş olması gerek insana dokunması için; yaşlı, yaralı ya da yavrulu olması gerek. Kaplan ancak o zaman kolay bir av olarak insana tenezzül ediyor.

“Yıldızlar mızraklarını aşağı fırlattıklarında

Ve suladıklarında cenneti gözyaşlarıyla

Gülümsedi mi yaratan harika eserine

Kuzuyu yaratan mı seni yarattı? ”

Oklarımızı ve mızraklarımızı, yani sessizliğimizi terkedeli çok oluyor; kaplanların öğrettiği gibi değil, kendi bildiğimiz gibi avlanıyoruz artık. Onları, kürklerinin üstünde sevişmek, azalarından afrodizyak yapmak için öldürüyoruz. Bazen de öldürmeden elde etmek gerekiyor onları; ormandan çıkarıp sirke sokmak gerekiyor, ormandan çıkarıp hayvanat bahçesine.

“Kaplan, kaplan gecenin ormanında

Işıl ışıl yanıyorsun

Hangi ölümsüz eldir ya da göz

Senin müthiş yapını kuran?

Hayır, kaplan gecenin ormanında bir kor gibi yanmıyor artık. Karşısında suni bir gece, suni bir orman, suni bir göl, suni bir av ve gerçek bir insan var; parmaklıkların arkasında çocuğuna, “İşte bu kaplan! ” diyen.

***

İşte bu kaplan da sinekler tarafından öldürüldü, hem de uyutularak! Hayır, çakalların tuzağına düşmedi, hastayken aç bir arslan parçalamadı onu. Kasları gevşedi, solunum hızı düştü, göz kapakları ağırlaştı. Uyku, çeliği paslandırdı, dişi kırdı, tırnağı söktü.

Dünya, sanki daha önce hiçbir kaplanı uyutmamış gibi açtı gözlerini. Haber ajanslarında tuşlara dokunuldu ve kağıttan dereler akmaya başladı:

“ÇEÇE SİNEKLERİ KAPLAN AVINDA!

-Hindistan’da uyku hastalığına yakalanan 11 bengal kaplanı öldü. Veterinerler erken teşhis koyamamakla suçlanıyor.

-Doğu Hindistan’da dünyanın en büyük beyaz kaplan topluluğunuzun bulunduğu Nandankanan Hayvanat Bahçesi’nde çeçe sineği faciası yaşanıyor. 11 kaplan öldü, ikisi ağır durumda olan altı kaplan da yoğun bakımda. Biyopside kaplanların çeçe sineklerinin bulaştırdığı uyku hastalığına (typanosomiyasis) yakalandığı ortaya çıktı.”

Evet kaplanların ateşi yükseldi, lenf düğümleri şişti ve derin bir uykuya daldılar. Üç metre uzunlukları üç yüz kilo ağırlıkları ile ömürleri üç ayı geçmeyen 6 milimetrelik çeçe sineklerine yenildiler.

“Ve hangi omuz ve hangi sanat

Bükebilir kalbinin kirişlerini

Ve senin kalbin çarpmaya başladığında

Hangi heybetli el ve hangi heybetli ayak”

(1) William Blake, Kaplan

MERDİVENŞİİR

TEMMUZ-AĞUSTOS 2005

Sayı 4

A. Ali Ural

2 Çöl Salıncağı şiiri A. Ali Ural ŞiirleriA. Ali Ural
732 kez okundu0

ayaklarını göğe değdirdikçe yeşerecek yer
bir ayakkabı güneş bu sabah doğdu
kim kurduysa sıkı bağlamış iplerini
kim yaşamış böyle tepetaklak

benim kumlarım akrepli kumlar
yaslı kumlar ağaçların köklerini yakan
sen çıldırma ağaç çıldırsın yemiş verdikçe
yaprakların arasında ayakkabılar

daha çok gölge daha çok kök daha çok
sallanmana bak sen neler oluyor kainatta
cengaver değilsin cenk kazanına düştün gökten
okunu kendin çıkar büyüsün yaran

büyüsün ki okula yazdırsınlar çivi yazısıyla
isa acısıyla okula yazdırsınlar
bıçakla çizilmiş bu eğri gülümseme
durdukça yazdırsınlar levhi mahfuza

(Gizli Buzlanma’dan)

A. Ali Ural

3 On Parmak Daktilo şiiri A. Ali Ural ŞiirleriA. Ali Ural
988 kez okundu0

on kuru dal çırpınacak rüzgar kesilse de boşlukta
ezilmiş küçük harfler her taşın altında yorgunluk
bu çiçekler solmuyor kopardın on parmakla halbuki
oyunu başlatana düşer perdeyi çekmek

on kara kış çırpınırken bakmayacaksın ellerine şaşırırsın
on yılkı atı say açlıktan koşan on yılkı atı on parmak değil
biledim kayalara sürterek döküldü kıvılcımlar tırnaklarımdan
öldürmüştür kim kavrarsa on parmakla hançerini

işaret parmağı A üzerine küçük parmak Y üzerine kitaba el basarım
bembeyaz çatılardan dökülen kargalarla doldurdum gömleğimi
on parmağımda on kuş yenilgiyi kabul edenin alnını karışlarım
hızla geçen trende kimin parmağı var on parmağım on rayda kesik

orta parmak E üzerine yüzük parmağı L üzerine çırpınmakla bulunmaz
on tren çıktı raydan on bacadan yükselen dumanla ilan ettim ölülere
bu tıkırtıları yalnız raylardan gelir sanma parmaklarım çatırdıyor
bu toz bulutu tipi değil yıkıldı mana harflerin üzerine

(Gizli Buzlanma’dan)

A. Ali Ural

4 Kan Var Bütün Kelimelerin Altında şiiri A. Ali Ural ŞiirleriA. Ali Ural
1203 kez okundu0

Babil kulesi yıkıldı; söze bir yerden başla! Fakat hangi yerden? Bütün diller birbirine dolaştı, hangi yerden! Bir kelimeyi yerden yere vur, bir kelimeyi bağışla! Bir kelimeyi öp, bir kelimeyi seyret, bir kelimeyi ağla! Cebinde beş tüy gezdir kalem yerine; kartal, akbaba, güvercin, tavus ve serçe. Beş kanatla beş ayrı mektup yaz ve söyle; hangi tüyün yazısı daha güzel, hangi tüyle kanatlanıyor ruhun, hangi tüyle kıpır kıpır gölgeler, hangi tüyle ölüme yolculuğun? Hem mektuplar hem posta arabaları ağır. Hem hangi tüyle imzalıyorsun?

Posta arabalarından söz et bana

Kan var bütün kelimelerin altında

Ezop’un şu lânetli dilinden söz et

Kan var bütün kelimelerin altında

Bu taşın altında ne var? Ya bu kelimenin? Batması mukadder bir geminin, yol aldığı gibi kayalıklara. Kölesiyken kahini oldun Babil’in. Ezop, efendine öğret; dil ne lanetli bir şeydir… Dündür, bugündür, gelecektir; hiç ummadığın anda.

Umulmadık bir gün olabilir bugün

Aslan kardeşçe uzanabilir kayalıklara

Bir çay söyle yağmurların kokusunda

Kan var bütün kelimelerin altında

Bir çay söyle; akşam kanı olsun! Kıpkırmızı ışığı yüze vursun. Aslan çeksin tırnaklarını, kavga yok bugün. Kan var bütün kelimelerin altında…

İşte durup dururken şurda

Bir yelpaze gibi açıldı sesin

Güzün en gürültülü kanadında

Göğün en ince dalında

Bir yelpaze; bin kuş şakıyor her katında. Bir yelpaze; bin kuyuya bakraç salıp değmiyor suya. Bir yelpaze; göğün en ince dalında; düştü düşecek sonbaharımda… Bir yelpaze gibi açıldı sesin. Kan dalgalanıyor rüzgarında.

Kan var bütün kelimelerin altında

Umulmadık bir gün olabilir bugün

Bir çeşme gibi akabilir cumartesi

Çığlığındaki sessiz harfler

Dün gecenin ağırlığıdır damarlarında

Umduğumuz nice gün, umulmadık yaralar açtı tenimizde. Belki adalet olur; umulmadık bir günle iyileştiğimizde. Bir çeşme gibi akabilir cumartesi ve götürür kirimizi. Bu bir cumartesi çığlığı belki. Bir çığlıkta nasıl durursa sessiz harfler, öyle durur işte sesinde kelimeler. Öyle durur, çünkü gecenin ağırlığı hâlâ üzerinde. Damarsız akan kan yayılır sözle.

Ne güzel konuşur sokak satıcıları

Fötr şapkalarıyla ne kalabalıktırlar

Ve çiçekçi kızların göğüsleri

Daha suçsuzdur kırlangıç yumurtasından

Kan var bütün kelimelerin altında

Çünkü aşk, şalını örtmüştür şehre. Artık her konuşma güzel, her bulut gölge. Resim flu, şapkalar birbirine karışmış. Bir kalabalık, hepsi bu! Ne önemi var! Her şey masum ve çiçekçi kızlar, kanlı güller taşıyorlar sepetlerinde.

Yaprağını dökecek ağaç yok burda

Ama ışık dökebilir olanca renklerini

Sürekli işbaşındadır belleğin

Tanık şairler arasında

Oyuncu arkadaşlar arasında

Ağaçlar, yapraklarını toplayıp gittiler. Yanlarında meyvelerini ve gölgelerini de götürdüler. Fakat bıraktılar bizi. “Bir gölge bile değilsiniz! ” dediler. Hey tepeler, vadiler, bozkırlar, kayalıklar, ne kadar çıplaksınız! Boşuna heveslenmeyin. Yaprağını dökecek ağaç yok burda! Ağaç yok! Ağaç yok! Ağaç yok! Güneş sen dök o halde renklerini! Güneşsen yak ve biz unutmayalım renklerini.

Yolculuk bir kafiye arayabilir

Atının kuyruğundaki düğümde

Ölüm bir kafiye arayabilir

Ak gömleğinde

Yol bir kafiye arar ve bulur

Dönemeçlerin benzerliğinde

Ben bir kafiye arar ve bulurum sana ait her şeyde. İşte şairlerin gözü önünde, eğildiği dizi önünde, ay kararır yüzü önünde. Ben bir kafiye arar ve bulurum.

At, yola; ölüm, kefene; yol, dönemeçlere sığındığında, anladım:

Kan var bütün kelimelerin altında!

Bir gül al eline söz gelimi

Kan var bütün kelimelerin altında

Beş dakka tut bir aynanın önünde

Sonra kes o aynadan bir tutam

Beyaz bir tülbent içinde

Koy iç cebine

Bütün bir ömür kokar o ayna

Kan var bütün kelimelerin altında.

– Bir gül almak kolay mı? Demek bir gül alayım elime!

– Söz gelimi!

– Demek aynanın önünde tutayım beş dakka!

– Söz gelimi!

– Demek keseyim o aynadan bir tutam!

– Söz gelimi!

– Bir tutam saç gibi beyaz tülbent içinde!

– Söz gelimi!

– Bütün bir ömür boyu cebimde bahar!

– Söz gelimi!

– Söz gelimi göstermez gülü gören aynalar!

Kan var bütün kelimelerin altında

İşte o kandır senin gülüşün

Sızmıştır hayatın derinliklerine

Siyahtır orda kırmızıdır

Daldan dala atlar

Sever çocuklara anlatılan masalları

Bıçak izidir iki dudağın birleştiği çizgi. Kesilen bir hayattır; nardır yani. Işıl ışıl beyaz nar taneleri; saçılır etrafa kandır yani. Ve emer toprak fışkırsın diye hayat, bu gülüşü tutamaz, sağnaktır yani. Emer zindanlarda sultanlar yüzüğünü. Siyahtır, kırmızıdır; ağudur yani. Daldan dala atlar bu ağulu ses; masallara dokunur; avutur yani.

Ama iş savunmaya gelince

Yalnız alevi savunur

Ve güneşin solmaz çekirdeğini

Yalnız doruklarda

İş savunmaya gelince; kış fırtınayı savunur, deniz aysbergi, oysa bahar savunamaz çiçeklerini; hırsız elması savunur, savunamaz elmas alevlerini. Aşk, sen savunursan; yalnız alevi savunursun ve güneşin solmaz çekirdeğini. Aşk, sen savunur musun?

Savunuyorsan teslim olan kim yalnız doruklarda?

Güneş dünyaya yaklaştı …

Umulmadık bir gün olabilir bugün

Kan Var Bütün Kelimelerin Altında

Kan Var Bütün Kelimelerin Altında, Cemal Süreya, 1969.

Meridvenşiir

Mart Nisan 2005

Sayı 2

A. Ali Ural

5 İnsan Başı, Yüzde Otuz Oranında Küçüldü şiiri A. Ali Ural ŞiirleriA. Ali Ural
697 kez okundu0

The Sunday Times gazetesi insan başının on bin yılda yüzde otuz oranında küçüldüğünü ileri sürerken elinde kemikten deliller vardı. Şiirin gerilediğini iddia edenlerin elinde ise henüz somut bir kanıt yok. Yine de “Şiir geriliyor mu? ” sorusu Darwin’in evrim teorisi gibi –bütün zafiyetine rağmen- yakamızı bırakmıyor. Dahası maymundan insana giden yol bir u dönüşüyle tekrar maymuna götürüyor bizi. Victor Hugo, on dokuzuncu yüzyılda, “Şiir gerileyemez. Neden? İlerleyemez de ondan.” diyerek meseleyi tatlıya bağlamaya çalışmış, “Her yeni şair, yeni bir başlangıçtır.” ifadesiyle kendisinden sonra gelenlere ümit aşılamışsa da, bu soru hâlâ aşılamamıştır. Her şairin içindeki gizli put, ona “biricik olduğunu, şiirin kendisiyle “anlam kazanıp” kendisiyle “son bulacağını” fısıldayıp durdukça soru “sorun”a dönüşerek büyüyüp, modern zamanların geleneksel çığı olarak yeni şairlerin yolunu kesmeye devam edecektir.

Bu girizgâhtan her şeyin yolunda olduğu, şiirin dolu dizgin vadiler kat ettiği anlaşılmasın. Çünkü şiiri “insan” yazıyor ve dengesiz ruhlarda mayalanıyor gibi görünse de şiir bir “denge” işidir. Kaos ve ahengin bu gürbüz çocuğu uçurumun üzerine gerilmiş bir tel üzerinde yürürken bizden bir şey istemektedir: “Benim dengemi bozmayınız! ”

“Sizin alınız al, inandım

Morunuz mor, inandım

Tanrınız büyük, âmenna

Şiiriniz adamakıllı şiir

Dumanı da caba

Ama sizin adınız ne

Benim dengemi bozmayınız”*

Evet, sizin adınız ne? Sizin kalem ve kağıtla işiniz ne? Şair olmak için, ilkin insan, sonra da şair insan olmak gerekiyorsa** edebiyattan hele şiirden size ne? Ahmet Haşim’in “Niceleri yırtıcı birer kurttu, gecelerin karanlığında aslanların sesini taklit ettiler; niceleri leş yiyici murdar kuşlardı, baharda bülbüller gibi öttüler. Körler, âlemin bahar ve hazanından bahsettiler; cılızlar ‘kuvvet’i öğretmek istediler; timsahlar gözyaşları döktüler; alçaklar faziletten dem vurdular, kalem ve kağıt, bunların başlıca vasıtlarıydı.” cümlelerinin irabında mahalliniz ne? O halde bizim dengemizi bozmayınız!

Söz Ahmet Haşim’den açılmışken “Bir Günün Sonunda Arzu” şiirinin yazıldığı dönemde kopardığı vaveylayı hatırlayalım. Sembolizmin büyük ustası, herhalde “anlaşılmayan” şiiri yüzünden şiirde gerileyişin sembolü olmuştu o günlerde. Oysa gün gelmiş, bir türlü sökmeyen Fecr-i Âti’de bir tek onun güneşi yükselmişti. Çünkü Hâşim farklıydı. Hugo’nun “Dahiler yok mu, geçemezseniz bile denk olabilirsiniz onlara. Nasıl mı? Farklı olmakla! ” dediği “nitelikli fark” Haşim’de vücut bulmuştu. “Nitekim fark” diyorum, çünkü hezeyan da bir tür farklılık oluşturabilir.

Öte yandan şiir sadece dengeyle değil, derinlikle de alakalıdır. Karaya oturan şiirler, sığ şairlerin sularında doğmakta, tufan yaratan imgelerden yoksun oldukları için yüzebilmek için tufanı beklemektedirler. Onlar gruplar halinde*** suların yükselmesini bekleye dursun, ufukta gördüğümüz dumanlar ve gemi bacaları hâlâ dünyanın yuvarlak, şiirin bâki olduğunu gösteriyor.

Türk şiiri gerilemiyor. Ancak Türk şairleri bir hendek savaşıyla karşı karşıyalar. Türk şiirinin önünde aşılmayı bekleyen pek çok hendek oluştu. Bunlardan bazılarını zikretmek istiyorum:

1.Arabesk Hendeği: Türk şiirinin önündeki en büyük hendek budur. Hala yağmurdan, çamurdan, yürekten, ciğerden, uçurumdan, boşluktan, sevdadan, hüzünden meded uman, aynı klişelerle milyonuncu baskıyı yapmaktan yüzü kızarmayan şairlerin hendeğidir bu.

2.Vezin ve Kafiye Hendeği: Taş dedikleri zaman kendilerini kuş demek zorunda hisseden, veznin kafesine girdiklerinde bülbül gibi şakıyacaklarını sanan şairlerin hendeğidir bu.

3.İkinci Yeni Hendeği: Türk şiirinin bu önemli ve zengin deneyimini, biricik hazinesi kabul edip, “Kargadan başka kuş tanımam” diyen şairlerin hendeğidir bu.

4.Necip Fazıl, Turgut Uyar, Sezai Karakoç, İsmet Özel Hendekleri: Bu usta şairlerin herhangi biriyle soylu akrabalık kurma adına şiir kimliklerin kaybedenlerin hendeğidir bu.

5.Anadolu Hendeği: Taşra duyarlığını kutsal bir nostalji haline getiren, köylü ruhunu şehre taşımaya çalışan şairlerin hendeğidir bu.

6.Destan Hendeği: İlkel toplumlarda tanrıları memnun edip daha çok ürün almak için üretilen, şiirden çok nesre yakın duran, kabile bilinciyle koro halinde söylenen destan ve balad şairlerinin hendeğidir bu.

Hendeklerden bahsedip Barış Manço’yu anmamak olmaz. Barış Manço bırakalım bir kez de şairlere seslensin: “İşte hendek, işte deve! ”

*Turgut Uyar

**Max Jacop

***“Şairliğe kalkan delikanlıların el ele vermesi, doğrusu ya, gülünçtür. Buna karşılık yeniden dirilen İsa ile söyleşen o havariler gibi, güzellikle söyleşen zeki insanlar topluluğuna diyecek yoktur.” Max Jacob

HECE ARALIK 2005 SAYISI

SAYI: 108

A. Ali Ural

6 Dahil Olmayı Reddeden Bir Şiir şiiri A. Ali Ural ŞiirleriA. Ali Ural
688 kez okundu0

Tanrılığa soyunmaya kalktıklarına bakmayın, şairler de insandır ve çıplaklıklarıyla kalırlar. Her insan gibi evrenin küçük bir örneği olduklarını bilseler de numuneyi bütünün tamamıymış gibi göstererek işgal ettikleri yeri zihinlerde büyütmeye çalışırlar. Halbuki evrenin küçük bir örneği olmak onlara yapay sınırları fark ettirmeli, sonsuzluk yanında buharlaşan cılız çizgilerini tutamak yapmaktan alıkoymalıydı onları. Sırf üzerinde yürüdüğü için makine halısının dokuma halıya dönüşebileceğini sanmak ya da üzerinde yürüdüğü dokuma halının sıkı ilmeklerinin şiirlerinin sıkılığına, kök boyalarla canlanan renklerinin dizelerinin solmazlığına delalet ettiğini düşünmek bir cinnet değilse nedir?

Aynı zaman parçası farklı iklimleri doğurabileceği gibi, aynı iklimler farklı meyvelere annelik yapabilir. Bir şehre aynı gün iki mevsimin yolu düşer, belki daha fazlasının. Ve her mevsimden rengi, kokusu, tadı birbirinden farklı yüzlerce meyve fışkırır. Ancak ne kadar çabalarsa çabalasınlar elmalarla armutların toplanamayacağına inandıramaz öğretmenler. İşte bir kamyonun kasasında buluşmuştur armutlar ve elmalar; on yılda bir taşıt değiştirerek yol almışlar, her uğradıkları beldeye kucak kucak, düzeltiyorum; kuşak kuşak şiir dağıtmışlardır.

Bu nasıl bir kuşaktır ki hangi niyetle sarılırsa sarılsın beli sıkmaktadır. Yetmişli yılların mı, seksenli yılların mı, doksanlı yılların mı, yoksa iki binli yılların mı kuşağı ibrişimdir? Gelin de çıkın işin içinden. Ya da işin içine girerek terleyin. Her vadide şaşkın şaşkın dolaşarak, kâh “biçem+imge” olarak tanımlayın zamanınızı, kâh “biçem+mecaz”. Kâh yetmişle sekseni toplayıp ikiye bölün, kâh “vefa kuşağı”nı gökkuşağı gibi gerin göğünüze. Kâh siyasetten yana saf tutun, kâh özgürlükten. Kâh travmanızdan doğurun şiirinizi, kâh zevklerinizden. Kâh bir idealiniz olsun şiir idealinizi besleyen, kâh şiirinizi idealin memesinden kesin.

Tanrı, Körün Parmak Uçları ve Kuduz Aşısı ‘nın şairini Arabistan çöllerinde korumaya almasaydı, beline seksenli yılların kuşağını saracaktı belki de. 1979’da kaderin hamlesiyle bir satranç taşı gibi binlerce kare atlatılarak kızgın kumlara sürülen bu genç şair, yedi yılını geçirdiği bu topraklarda “ne içinde olmuştu zamanın, ne de büsbütün dışında.” Bir kitap oluşturacak şiiri geride bırakarak geldiği bu yeni iklimde dört kitap oluşturacak şiiri defterlerine hapsetmiş, bir dostunun kendisinden habersiz Cahit Zarifoğlu’na gönderdiği Öfkeli Çocuklar şiirini Mavera ‘da yayınlayan Zarifoğlu’ndan içinde “Sen de bir imza sahibi olacaksın! ”cümlesi bulunan bir mektup almıştı. 1982 yılında aralanan bu kapı inzivayı bitirebilirdi. Ancak kader buna izin vermedi. Çok sonra Zarifoğlu’nun bir mektubunda, “Senin yazı ve şiirlerinle ilgili olarak, maalesef, daima bir dizi aksaklıklar –saçmalıklar- oldu. Bağışla,” dediği aksilikler şairin aralanan kapıyı kendi elleriyle kapayıp yeniden kendi madeninin derinliklerine inmesine yol açtı. Mesela Ebru Teknesinde Bir Yeşil şiiri Mavera dergisinin kapağında yer alırken içinde yoktu. Yine Zarifoğlu’nun “Beğendim, önümüzdeki sayı yayınlıyoruz dediği “Aydınlık Şehir” başlıklı yazı sırra kadem basmıştı.

Burada önemle vurgulanması gereken husus 1998’de yayınladığı ilk şiir kitabı Körün Parmak Uçları ‘na şairin Mavera’da yayınlanan Öfkeli Çocuklar şiiri de dahil, eski şiirlerinin hiçbirini koymayışıdır. Körün Parmak Uçları, şairin 1997 yılında çıkarmaya başladığı ve 22 sayı devam eden Merdiven Sanat döneminin meyvesidir. Bu kitabın yayınlanmayan beş kitabın kaidesi üzerine bina edildiğini bilmeyenler, bir ilk şiir kitabının nasıl olup da döneminin ve önceki dönemlerin imge yaralarından korunmuş olduğuna şaşırmışlar, Ali Ural şiirini bir eğilime dahil edememenin sıkıntısını yaşamışlardır.

Doğrusu bir eğilimden söz edebilmek, üzerine eğilinen bir ideali gerektirir. Kim nereye eğilmiştir de şair o eğilime dahil olma ihtiyacını hissedecektir! Evet, Stephen Spender’in “İnsanın ilâhî görevini yerine getirebilmek için elinden geleni yaptığına olan inancından daha kuvvetli bir inanç yoktur; zaten büyük şairlere de ilham veren bu inançtır. Bu inanç beraberinde yoğun tevazuu da getirir, çünkü kişi karar verenin kendisi olmadığını bilir.” sözleriyle ifade ettiği bir ideale ihtiyaç var. Yine onun bir düzyazı şiirindeki gibi şöyle yönelmelidir şair Allah’a: “Bana huzur ver, bana kuvvet ver, bana güven ver. Aydın güne ulaşmama, yüksek koltuğa, sade masaya ulaşmama izin ver ki, kelimeler denetimimde olsun, orada endişe altımı oymasın. Eğer bunlara ulaşamazsam kurtlara yem oldum demektir, oradan oraya, deneyimden deneyime sürüklenen huzursuz bir yaratık olurum. Kendi yaratma gücümün zengin ve derin doyumu ile yaşayabileceğim, yargı ve alçakgönüllülük ver ki bir hoşnutsuzluk veya haset ifadesi beni şüphelere sürüklemesin.”

Madem her şey söylenmiş, madem güneşin altında yeni bir şey yok, şairler sultanı Mevlâna’nın “ Yeni bir şey söylemek lazım! ” sözündeki YENİ nedir? İşte Kuduz Aşısı şairi bunu arıyor. Çağrışımların ve sezginin gücünü. Adına ferâset de denilebilecek bir algıyla okunabilecek, anlam ve ahenk katmanlarıyla çoğalıp yükselen bir şiiri. Bu şiir dahil olmayı reddediyor, geleneği değil. Geleneğin ateşiyle kaynattığı kara kazanında pişiriyor aşını. Reddedilme pahasına damakların alıştığı tatlara itibar etmiyor. Kalıcı olanı keşfetmenin ilhamla beraber yorucu yolculukları da gerektirdiğini biliyor. Şiirde tekrar etmenin “ahsen” olmadığını düşünüyor. Ancak hazmedilen bir besinin kana dönüşeceğinin bilinciyle yararlanıyor gelenekten. Sadeliğin şaşmaz gücünü bulabilmek için damıtıyor şiirini. Yontulmamış duygulardan vebadan kaçar gibi kaçıyor. Adına “arabesk” dediği tuzağın yuttuğu şairleri görüp “TEHLİKE” levhasını dikiyor. Velhasıl şöyle diyor Karabatak adlı şiirinde:

“bu homurtuyu ancak dik duran bir avcı çıkarabilir

bu belalı harcı kancalı bir gaga karabilir

şamandıralar kopmuş kim açılabilir

kapanan gökten zinciri bırak”

A. Ali Ural

7 Her Şey Merkezinde Ama Hangi Merkez şiiri A. Ali Ural ŞiirleriA. Ali Ural
667 kez okundu0

“Kainatta sadece tek bir daire ve tek bir merkez olduğu halde,vasat insan kendi dairesinin merkezi etrafında dönmektedir.”

T.S.Eliot

Altamira ya da Lascaux’daki mağara duvarlarında hâlâ koşuşturan geyik ve bizonlar, avcıları yüzyıllar önce ölse de avın sürdüğünü gösteriyor. Av sürüyor, çünkü avcılar kendi hafızalarında ancak ölene dek saklayabildikleri serüvenlerini, avlarını resmederek insanlığın ortak hafızasına taşıdılar. Kaslarının beyinlerinden daha iyi çalıştığı iddia edilse de, işlenmemiş akıllarıyla hem hafızalarını tazelemenin hem de duygu ve düşüncelerini başkalarına nakledebilmenin bir yolunu buldular. Modern zamanların sanatçıları gibi yaratıcılığı ‘ölümsüzlük için duyulan bir özlem’ olarak tanımlamamış olsalar da hatıralarını, korkularını, kavgalarını ve zaferlerini bölüşerek anılmayı hak ettiler. Ve şu soruyu tevcih ettiler bana: Şiirinin kökeninde ölüme bir başkaldırı olmasın sakın? Bedeninin mağlup düşeceği meydana ruhunun zafer çelengini koyuyor olmayasın! Bu sorunun cevabını verebilmek için şiirlerimin kapısını çaldım.İşte kapıyı açan mısralar:

“yer ver! işte ölüm

ayakta duramıyor ön sıraya otursun”1

“valizimi hazırlamama yardım et

kollarından çekiyorlar nehrin

kollarımdan çekiyorlar

bekçi elini düdüğüne götürüyor

en üste koy şiirlerimi”2

Kapıda başka mısralar da var. Ancak iki soruya iki cevap olarak bu mısralar öne çıktı. İlk cevap “başkaldırı” kelimesini “teslimiyet”le değiştirdi. İkinci cevap “savaş meydanı”nı değil “yolculuk”u seçti. Üstelik valizini hazırlarken şiirlerini en üste yerleştirerek.

Kızıldeniz’in derinliklerinde hâlâ kabuklarının içine giren kum zerrelerini sedefleyip inciye çeviren istiridyeler var ve Alfred Adler’in telafi kuramına destek veriyorlar. Ona göre insanlar sanatı, bilimi ve kültürün diğer yanlarını kendi yetersizliklerini telafi etmek için üretiyorlar. Yani saray duvarlarının arkasında topal ruhlarını sürükleyen sanatçılar ve bilim adamları geziniyor. Bu ise Adler’i soru sormada cesaretlendiriyor. “Beethoven sağırlığını telafi etti besteleriyle. Peki sen neyi telafi ediyorsun şiirlerinle? Doğrusu yabana atılır bir soru değil bu. Her ne kadar Adler’in kuramı yaratıcılık sürecini açıklayamamak gibi bir maluliyet taşısa da, yoksunluğun varlığa giden yolu aydınlattığı, eksikliği duyulan şeyin kendini bir başka alanda tamamladığı ileri sürülebilir. Bu sorunun cevabını verebilmek için de şiirlerimin kapısını çalmam gerekiyor. İşte kapıyı açan mısralar:

“bir mevsimi eksik duvara güven olmaz

gölgesiyle zehirler, devrilebilir göğse

meydanda omuz omza veren tuğlalar

bir kuş uçsa sarsılır, yıkılır nefes değse”3

“bir dişi eksik bir ağız ısırıyor beni

bir dişi eksik bir çark kapıyor bedenimi

bir dişi”4

Mısralarımın istiridyeler gibi Adler’i desteklediğini görüyorum.Ancak tam keyifle pilavımı kaşıklarken ağzıma ayıklanmaktan kurtulmuş küçük beyaz bir taş geliyor. Bu taş ezberi bozuyor ve işlerin sanıldığından farklı olduğunu ihtar ediyor. Yeryüzünde hiçbir insan itiraf etmese de “acz” dairesinin dışında değil. İnsan her kudret denemesinde hiç hesapta olmayanın okuyla yaralanıyor. Ancak “acz” öyle boyutlardaki yaralılardan bazıları kan kaybettiğinin bile farkında olmuyor.

“hiç hesapta yokken-akılda var bir-birileri

yere çevirdiler gökteki kavsi

ne zaman gerseler kıble ve keşişleme

ne zaman bıraksalar, lav nehirleri

el kaldırıp duruyorlar, her semaya ve her arabaya

şüphesiz yolcular, şüpheli yolcular”5

Bir başka sav da şu: Yaratıcılık bizatihi nevrozdur. Bu durumda yeteneğe de ancak ‘hastalık’ denilebilir. Bazı psikanalatik çevrelerin tanımıyla yaratıcılık, “egoya hizmet eden bir gerilemedir.(regression) ” Bu görüşün sahipleri savlarını desteklemek için ruhsal çöküntüler yaşayan, deliren ve intihar eden sanatçıların çetelesini tutuyorlar. Bu hatırı sayılır topluluk yüzünden “acaba” sorusu düşmüyor değil içimize. Ancak psikologlar “Sanatçıların nevrozu tedavi edildiğinde artık yaratmayacaklar mı? Eğer yaratıcılık bir yan ürün ise, yaratıcı edim bir sahte değer olmaz mı? ” sorularıyla reddediyorlar bu iddiayı. Hem bir sanat eseri doğarken en yüksek bilince muktedir olduğumuz anları kollamıyor mu? Sahih bir nakil, sahih bir aklı zorunlu kılmıyor mu? Olabilir tabiî, sanatçı bedenindeki odaların dizginlerini her zaman elinde tutamayabilir:

“ışığı açık kalmış odalar var bedende”6

Gelelim Rollo May’in desteklediği karşılaşma kuramına: “Yaratıcılık bir karşılaşma edimi içinde ortaya çıkar ve karşılaşma merkez olarak alınırsa anlaşılabilir.” Cézanne’ın ağaç resimlerini nasıl yaptığından yola çıkıyor May. “Cézanne bir ağaç görüyor. Ağacı daha önce kimsenin görmediği bir biçimde görüyor. Kendisinin söylediği gibi hiç şüphesiz ‘ağaç tarafından ele geçirilmeyi’ yaşamakta. Ağacın kemerlenen ihtişamı, kucaklayıcı yayılışı, toprağı kavrayışındaki narin denge-tüm bunlar ve ağacın daha birçok özelliği onun algısı tarafından emiliyor ve sinirsel yapısı boyunca hissediliyor. Bu manzara sahnenin bazı yanlarının dışarıda bırakılmasını, diğer bazılarına daha fazla vurgu getirilmesini ve sonra bütünün yeniden düzenlenmesini içeriyor; ama tüm bunların toplamından da fazla. Öncelikle, bu artık herhangi bir ağacın manzarası değil. Ağaç’ın manzarası.”

Cézanne’ın ele geçirilme dediği tastamam aşk değil mi. Böyle bir karşılaşmayı merkez alma yerine kendi fasit dairesinin merkezinden bir türlü kopamayıp, dolap beygiri gibi dönen sanatçılara yazık değil mi! Heraclitus insanın ilâhî olandan kopukluğunu “Eşyanın kanunu muhtevada evrensel olduğu halde,vasat insan kendi kaidelerini kendisi yaratmak eğilimindedir. Her şeyde ilâhi aklın izlerini görmek mümkün olduğu halde, insanların çoğu sadece kendi akıllarına güvenirler.”derken, Merkez Efendi, “Her şey merkezinde! ” demiş. Böylece, kendisinden önceki Heraclitus’la, kendisinden sonraki Eliot’ın arasında öyle bir merkezde durmuş ki göremeyene aşk olsun! Ben mi ne diyorum? Ne diyebilirim ki! “Aşk olsun! “

“Tabela boy atıyor boy ölçüşmeye dağla

boyatıyor çıplağı yeşile demir kahya

kırbacyla zencide açtığı oluklardan

her fecirde kudurarak akan taze lav

çıplak yamaçlarda hep aynı provalar

dallarda uçuşurken binlerce mızrak

aşıdan korkanların omzunda büyüyor ay.”7

________________________________

1. Körün Parmak Uçları

2. Valiz

3. Nefes Darlığı

4. Tavus Kuşu

5. Otomobile Binerken Besmele Çeken Kadınlar

6. Ağrı

7. Hatıra Ormanı

MERDİVENŞİİR

ŞUBAT MART 2006

Sayı 7

A. Ali Ural

8 Avcı, Av Ve İzler şiiri A. Ali Ural ŞiirleriA. Ali Ural
970 kez okundu0

Avının izlerine değil kendi izlerine ram olan bir avcının vay haline! Nişan almayı öğrendikten sonra da poligonlardan çıkmayan, ateş etmek için iç içe geçmiş dairelere ihtiyacı olanlara da! Haritamı çizip elinize vermemi istiyorsunuz demek.Hazinemi hangi ağacın altına gömdüğümü bilmek…İsterseniz altında gömü bulunan ağacın ait olduğu ormanı da işaretleyim haritamda, kolaylık olsun.Ağacımın hangi ağaçlarla akraba olduğunu gösteren kütüğü de iliştireyim eke. Ormanda kaybolduğunuzda yönünüzü nasıl tayin edeceğinizi fen ve tabiat dersinde öğrenmiştiniz, hatırlayın; ağaçların gövdelerindeki yosunlu taraf kuzeyi işaret eder.Yoksa siz kutup yıldızına bakarak mı yönünüzü tayin ediyorsunuz! İyi de bu kadar kutup yıldızından hangisini izliyorsunuz? Her gece yeni bir kutup yıldızı çıkmıyor mu gökyüzüne, yanlış mı duyuyorum, mikrofonu eline alıp “ bir-ki”hatta sadece “bir”diye üflemiyor mu! ! Fazla kutup yıldızı göz çıkarmaz, diye de düşünebilirsiniz tabii ama bir şartla; kolunuza üç noktalı bir pazubent takarak…

Tamam Eliot haklı, bütün eserler organik bir bütün oluştururlar ve diri ozanlar ancak ölü ozanlar arasında kendilerine bir yer açabilirler. “İçinde yaşadığımız çağa kadar yaratılmış bütün sanat abideleri, kendi aralarında ideal bir düzen ve bütün oluştururlar.”Aldım, kabul ettim. Ama siz de kabul edin ki, futbolcuların soyunma odaları, mağazaların elbise kabinleri, doktorların paravanları vardır. Ama bir şey veremesem de, eli boş göndermemem gerekiyorsa sizi Robert Frost gibi “Ormanda karşıma iki yol çıktı.Ben az kullanılmış olanını seçtim.”diyebilirim.Ve hatırlayabilirim Behçet Necatigil’i:

“ Nerden niçin mi geldim

Bilmeden bir şey diyemem,ya siz?

Hem hiç önemli değil

Geldim, yer açtılar, oturdum

Girip çıkanlar vardı

Zaten ben geldiğimde.”

* * * *

Cahit Zarifoğlu’nun mektubu ılık bir çöl rüzgarı gibi Arabistan’da beni bulduğunda on dokuz yaşındaydım.Henüz edebiyat dergilerine göndermemiştim şiirlerimi.Orada tanıştığımız bir Türk mühendisinin okumak bahanesiyle aldığı şiirlerimi Cahit Zarifoğlu’na gönderdiğini, içinde “Sen de bir imza sahibi olacaksın.”cümlesi bulunan o ılık mektubu aldığımda anladım. Zarifoğlu, mektupla beraber “Öfkeli Çocuklar”adlı şiirimi yayınladığı Mavera’nın son sayısını da göndermişti bana. Dünyanın bir ucunda beni bulan bu elin yazdıklarını o günden sonra daha yakından izlemeye başladım.Zarifoğlu bir şiirinde “Bu sabah beni iri anla, taşıp”diyordu ve hayatında bir kez taşmamış kimi şairler onun şiirlerini anlamsız buluyordu.Zarifoğlu’yla mektuplaşmalarımız devam etmiş, ne yazık ki yüz yüze görüşemeden Hakkın rahmetine kavuşmuştu.O zamanlar henüz İsmet Özel’le tanışmıyordum.Özel’in Zarifoğlu’nun ölümünün ardından “O’ndan sonrakiler O’nda ders alınacak bir taraf bulacaklardır.Hem şiirin kendine mahsus kaliteleri bakımından, hem müslüman bir şairin dünya hayatındaki temayülleri bakımından.” diye yazmasından çok sonra kader İsmet Özel’le yollarımızı kesiştirdi.Türk şiirinin bu büyük şairleri benim özge şairlerimdir ve onlar hakkında bir soruşturma kapsamında cevap vermemin haklarını vermeme yetmeyeceğini düşünürüm.Allah ömür verirse onlar hakkında oylumlu yazılar yazmak istiyorum.

* * *

Şairin kişisel tarihi içinde yaşadıklarının yanı sıra okudukları da yer alır.Tek bir olayın bir esere ilham kaynağı olduğunu söylemek nasıl gerçekle bağdaşmazsa tek bir eserin de bir başka eserin biricik kaynağı olduğunu söylemek o kadar yanlış olur.Doğrusu bunlar ancak heyecanları taşırıcı bir rol üstlenmişler, şairin derinlerinde birikip zamanla cevhere dönüşen şiiri yeryüzüne çıkarmışlardır.Yazdığım şiire katkıda bulunmayan ne var! Yalnız tabiat ve olaylar değil, kitaplar da ruhumun denizini kıpırdatıyor.Çağrışımın manivelası iradeyi dayanak noktası olarak alıp, yerküreyi yerinden oynatıyor.

Hece (Mart 2006)

A. Ali Ural

9 Sunî Teneffüs şiiri A. Ali Ural ŞiirleriA. Ali Ural
746 kez okundu0

bu adam ölmüş
nefesi kendi nefesi değil
göğsünün dalgalanması
narin bir kayığı yüzdürdüğünden
nabzı mı, böcek sesleri
siz bir çarşaf getirin hemen

bu adam ölmüş
gözlerinin feri gitmemiş mi, gitmez
eski bir rüyayı görüyor
dudakları mı kıpırdıyor
hayır söylemez

bu adam ölmüş
rengi solmamış mı, beyaza küs
yaşları mı kumsalı yakan
sunî teneffüs

bulduğunuz ilk martıyı kalbine sürün
bu adam ölmüş
götürün!

(Körün Parmak Uçları’ndan)

A. Ali Ural

10 Akif’in Yüzü şiiri A. Ali Ural ŞiirleriA. Ali Ural
718 kez okundu0

En son Mehmet Akif’in fotoğrafıyla nerede karşılaştınız? Bir kitap kapağında mı? Bir ansiklopedi sayfasında mı? Bir devlet dairesinin koridorunda mı? Bir sınıfın duvarında mı? Peki dikkatle bakabildiniz mi yüzüne? Tamam zamanınız yoktu. Aradığınız kitap bu değildi. Ansiklopediden alacağınızı almıştınız. Evrakın yetişmesi gerekiyordu. Zil çalmıştı. Yine Akif’in yüzüne bakamadınız. Bir dahaki sefere mi? Hayır bakamayacaksınız. Zira hiçbir dalganın yaklaşmaya cesaret edemediği bu mayınlı sahil, dingin ama tekin değil. Bir nefeste batabilir tekneler! Kâğıt dağılabilir suda. Kurşun eriyebilir. Hayır, o derin koya böyle demir atamazsınız. Kendi resminizi yanına koyamazsınız o resmin. Kendi resminizi ve başka resimleri. Çünkü yanına hangi resim konsa imitasyon bir tabloya dönüştürüyor. Bir dalgakıran gibi doğruyor hevesleri. Kibri onurla, sahteyi hakikatle çürütüyor. Rahatınızı kaçırıyor bakışlarıyla. Çapayı bıraktığınızda suya, sığlığınızı yüzünüze vuruyor.

Mehmet Akif’in yüzü dalgalanıyordu. Vapurdaydım. Yirmi dakika geçmek bilmiyordu. Kara görünmüyordu. Deniz kaynıyordu. Vapurdan çatırtılar, iniltiler geliyordu. Ayaktaydım. O ise alt güverteye inen merdivenlerin yanında. Gözlerimi kaçıramadım bu kez. Kızgındı. Hayır kırgın. Hayır hüzünlüydü. Hayır yalnızdı. Hayır isyankârdı. Hayır mütevekkil. Hepsiydi. Hiçbiri. Bir şairden çok sürgüne gönderilmiş bir hükümdarı andırıyordu. Bir şairden çok oyun arkadaşlarına küsmüş bir çocuğu andırıyordu. Bir şairden çok hayal kırıklığına uğramış bir babayı andırıyordu. Bir şairden çok öğretmeye kararlı bir muallimi andırıyordu. Bir şairden çok isyan çıkarmaya hazırlanan bir mahkûmu andırıyordu. Bir şairden çok hiçbir şeyi andırmıyordu. Uçsuz bucaksız alnı, yerinden fırlamaya hazır kaşları, kıyıları hüzünle sürmelenmiş gözleri, yerli yersiz kıpırdamayan, kendisinden doğacak her kelimeyi aziz kılacak sıkılıkta dudaklarıyla bir şairdi o!

Bir şairdi o caddelerden kaçan. Şiiri beğenildiğinde utanan son şair. Sefiller’i okurken gözyaşlarını görmesin diye halk, vapurun alt kamarasında gizleyen kendini. Thais’i orijinalinden okuyacak kadar Fransızca, tercüme edecek kadar Arapça bilen bir münevver. Fakat yalnız şiirini değil, ilmini de örtmeyi seviyor. Hayır saklamıyor öğrenmek isteyenden, öğretiyor da. Fakat tezgâhta değil malları. Çığırtkanlık yapmıyor. Dostu Mithat Cemal’in ifadesiyle, “Sahne değil, samimiyet” peşinde. “Canım Akif, insan üşümez mi? Bari hatırım için üşü! ” diyor Cemal, karlı bir gün Recaizade Mahmut Ekrem’in evinde ceketinin karlarını silkerken şair. Paltosu yok Akif’in. Kıyafetiyle de okuduklarıyla da şaşırtıyor herkesi. “Quo vadis’i okuyorsunuz! Fransızcasını! Siz? ” deyince Cenap Şahabeddin susuyor Akif. Sonra mırıldanıyor, “Ne adamlar! Fransızca bir roman okumak gözlerinde bir hadise! ” Halbuki Akif, o romanı okuduktan sonra “ Peygamberi ve dört yârını bu türlü yazacak bir sanat adamı bizde niçin çıkmıyor! ” diye hayıflanıyor yalnız. Her ne okursa, “Oku! ” çağrısıyla yoğuruyor Melek’in. “İnsanlığa hizmet” ölçüsü onun. Bu yüzden Sâdî’nin sekiz beyitli bir hikayeciğini, Firdevsî’nin altmış bin beytinden üstün tutuyor.

Son şairdi o başka şairleri kıskanmayan. Safahat’ının altıncı bölümü Âsım yayınlandığında edebiyat çevrelerinde büyük bir sessizlik hakim olmuş, Süleyman Nazif bu durumu şu cümlelerle ifade etmişti: “Başka yerlerde olsa böyle eserlerin zuhuru büyük birer hadise-i milliye telakki olunur ve gazetelerle mecmûalar onları aylarca mevzu-i bahs eder. Bizde ise makberî denilecek kadar mukassî ve lâkayd bir sükuttan başka, kitabın şimdilik bir nasîbini gören yok…” İşte o günlerde bu sükutu bozmak isteyen Mithat Cemal Kuntay, devrin tanınmış ediplerini evine davet etmiş, Âkif’in Âsım’dan parçalar okuyacağını fısıldamayı unutmamıştı kulaklarına. Kimler yoktu ki bu “Asım Günü”nde. İşte masa başındaki o meşhur fotoğraf! Soldan sağa: Cenap Şahabeddin, Süleyman Nazif, Mehmed Akif, Samipaşazade Sezai… Başkaları da var evde. Ev sahibi Mithat Cemal, Hâmid, Faruk Nâfiz… İyi bakın bu fotoğrafa. Akif hem var hem yok. Âsım’ı okuyacağı yerde Faruk Nâfiz’i konuşturuyor. Yine unutturmayı başarıyor kendini kalabalıkta. Önce “Suda Halkalar” şiirini okutuyor Faruk Nâfiz’e sonra “Firarî”yi. Nihayet misafirler dağıldıktan sonra sitem ediyor ev sahibi Akif’e, “Faruk Nâfiz günü yaptık! ”diye. Akif, “İnsaf et! Çocuğun şiirleri varken ben kendimi nasıl okurum! ”diyor. İşte adam bu! Yalnız kıskanmayan son şair değil, son adam! Muallim oluveriyor, çocukları duyduğu an:

– Bizde edebiyat medebiyat diye bir şey yok, değil mi?

– Neden yok! Var! Yeni yetişen çocuklar!

– Hangi çocuklar!

– İşte Orhan Seyfi, Yusuf Ziya!

– Rica ederim Âkif! Yani senden sonra bunlara var mı diyeceğiz!

– Benden sonra ne demek? Bu çocuklar benden düzgün yazıyorlar. Ne temiz Türkçedir o!

– Sen edebiyatta komitecilik etmeye başladın. Etrafına adam toplamak istiyorsun. Merak etme, ben “bu çocuklar”a senin bu hayranlığını nakletmem. Kuzum sahi mi söylüyorsun? Safahattaki şiirleri bunlar yazabilir mi?

– Benim yazdığım şeyleri yazabilirler mi bilmem. Kendi yazabildikleri şeyleri benden güzel yazıyorlar… Ben komiteci! Öyle mi! Buldun peşine adam takacak adamı!

En son Âkif’in fotoğrafıyla nerede karşılaştınız?

A. Ali Ural

11 Edebiyat Gücünü Nereden Alıyor? şiiri A. Ali Ural ŞiirleriA. Ali Ural
683 kez okundu0

Sorabilir miyim kitabıma

Ben mi yazdım onu gerçekten?

Pablo Neruda

Tamlamalar da niyetlere göredir. “Edebiyat” ve “güç” kelimelerini bir tamlamada yan yana getirebilmek için öncelikle sahih bir niyete sahip olmak gerekir. Niyetimizin sağlamasını yapabilmek için de vakit kaybetmeden şu soruları sormak elzemdir:

“Dilin en yüksek anlatımı” olarak da tanımlanan edebiyat, bizatihi bir güç müdür? Fizik, düşünce ve ahlak yönünden bir etki yapabilme veya bir etkiye direnebilme yeteneğine sahip midir? Yoksa bizatihi bir güç olmayıp, gücünü hayatın başka alanlarıyla işbirliği yaparak, ya da entegre olarak mı temin etmektedir? O alanları besleyip büyütmekte, ya da yozlaştırıp küçültmekte midir? Hiç kimse denemeden gücünün neye yettiğini bilmez.* O halde edebiyat neyi –ya da neleri- denemiş ve gücü neye yetmiştir? Gücünün yetmediği yerlerde iktidarları afrodizyak olarak kullanmış mıdır? Soruyu tersinden de sormak mümkün: “İktidarlar muktedir olabilmek –veya görünebilmek- için edebiyattan yararlanmışlar, edebiyatçıların hazırladığı nesir macunlarını kapabilmek için yarışmışlar mıdır? Dillerinin dönmediği yerde, edebiyatçılar mı şakımıştır onlar adına. Tekerleklerinin dönmediği yerde yazarlar mı gaza basmıştır. Bir Kamboçya atasözü ne güzel anlatmıştır: Sular yükselince, balıklar karıncaları yer; sular çekilince karıncalar balıkları…

Kimilerine göre Fransız ihtilalini gerçekleştiren edebiyatçılardır, tanzimatın ilanına sebep olanlar da… Kimilerine göre edebiyatın gücü dünyayı değiştirmeye yetmez. Tolstoy’a göre “Herkes dünyayı değiştirmeyi düşünür, ama hiç kimse kendini değiştirmeyi düşünmez.” İşte tam burada; bireyin ruh sarayında olup bitmektedir belki her şey? O saraya binlerce insanın hayatı taşınmaktadır. Edebiyatın gücü gözlerimizin görüş alanını büyütmektedir? Diyelim ki mitolojinin yüz gözlü bekçisi Argus’tan ödünç aldık gözlerini. İyi de gördüklerimiz bizi nereye götürecektir? Sadece tanıklık mı edeceğiz? İfade vermeyecek miyiz? Şahitliğin birinci şartı görmekse, ikinci şartı söylemek değil midir? Edebiyatın gücü de zarfı da kullandığı malzemeden gelir diyenler, malzeme dilse, dil nerededir? Madem turnusol değildir dil, deneyde işi nedir?

Hem “Bir yıldız: ‘Ben bizzat kendi kuvvetimle dönüyorum’ diyemez; bir insan da: ‘Ben bizzat kendi yetkimle duyuyor ve düşünüyorum’ dememeli.** Bunalımlar bile edebiyatçıya bahşedilmiştir. Çünkü yaratıcı bir insan için her bunalım, kaderin bir armağanıdır.*** Bu yüzden Dostoyevski, acı çekmenin her şeyi derinden duyabilme imkanı verdiğini söylemekte, Borges, “Mutsuzluğun avantajlarından biri, belki de tek avantajı, onu başka bir alana kanalize etmek zorunluluğudur” demektedir.

Hem, bir eser ne kadar mükemmel olursa olsun, zamanı gelmedikçe görülmez. Edgar Allan Poe, 1843’de Kuzgun’u, George R. Graham’a göstermiş, eşinin açlıktan bitkin bir durumda olduğunu da sözlerine eklemişti. O gün Graham’ın misafir olan tanınmış şahsiyetler eseri küçümseyip, dudak bükmüşler, fakat bir yardım olsun diye de kendisine on beş dolar vermişlerdi. John Milton’un “Kaybolmuş Cennet”i ise ne sağlığında kendisine, ne ölümünden sonra ailesine bir imkan sağlamamıştı. Dahası bu şiir sonraları tamamen unutulmuş, ancak iki yüz altmış sene sonra Lord Dorset tarafından bir mahzende bulunmuş ve Dryden’e gösterilmiş; Dryden şiiri inceledikten sonra şöyle haykırmıştı: “Bu şiiri yazan, dünün ve bugünün en kıymetli eserini vermiştir.”

Sevgili Peygamberimiz (s.a): “Öyle sözler vardır ki insanı büyüler” diyerek edebiyatın insan üzerindeki etkisine işaret etmiştir. Elbette insandan insana fark vardır; etki biraz da şahsa göredir. Manevi donanımlarını kaybeden ya da körelten insanı hangi eser içine alacak. Böyleleri için ancak hayvani taraflarına hitap eden kitaplar (eser olmasalar da) gözdedir.

Edebiyat kalelerinin yerlerini reklam kulelerine bıraktığı bir gündeyiz. Tanrı’yla bağını koparmış bir edebiyatın gücünden söz edemeyiz.

*Goethe

**Voltaire

***Zweig

HECE HAZİRAN 2005

Sayı: 102

A. Ali Ural

12 Olvıdo şiiri A. Ali Ural ŞiirleriA. Ali Ural
1016 kez okundu0

Çekilen deniz, ıslak kumlar bıraktı karada. Çekilen sürme gözü kararttı. Çekilen koşucuya kara madalya. Çekilen ordular kara saplandı.

Çekilmek, yer açmaktır yeni gelene. Yeni gelen, yeni gelin gibi nazlı değil, hoyrattır. Kaba elleriyle karıştırır çeyiz sandıklarını. Bohçamızdan kan kokan kederler çıkarır. Çünkü çekilmiştir güneşin saltanatı. Sultan çekilip gitmiştir sırtını dönüp şehre. Şimdi yeniden özletmek için kendini, gün akşama bırakmıştır yerini. Akşamsa günden kalan renkleri, bir bir siyaha boyar kara elleriyle. Akşam ki, yalnızlığımızdır.

Hoyrattır bu akşamüstüler daima.

Gün saltanatıyla gitti mi bir defa

Yalnızlığımızla doldurup her yeri

Bir renk çığlığı içinde bahçemizden,

Bir el çıkarmaya başlar bahçamızdan

Lavanta çiçeği kokan kederleri;

Hoyrattır bu akşamüstüler daima.

Kim sığınmamıştır nisyanın kalesine? Kim terketmemiştir hafızasını? Zamanı mahmuzlayıp atının terkisinde, hatırlama şeytanından kim kaçmamıştır. Esir düştüğünde bu yorgun kale, yangın çıkartır doğduğun evde. Ki o evden fırlayan oklar, hatrın kapılarına yağar. Verir beşiği gecenin ellerine, bütün yenilenler, kaybolanlar, mahzunlar…

Dalga dalga hücum edip pişmanlıklar

Unutuşun o tunç kapısını zorlar

Ve ruh atılan oklarla delik deşik;

İşte, doğduğun eski evdesin birden,

Yolunu gözlüyor lamba ve merdiven,

Susmuş ninnilerle gıcırdıyor beşik

Ve cümle yitikler, mağluplar, mahzunlar…

Dilin ucuna kadar gelmiş ama söylenmemiştir. Yarısı yazılıp yırtılan şiir. Hem aşk, yarım kaldığında aşk, şiir terkedildiğinde şiir. Ne zaman değse büyülü eli, bulut o zaman bulut, o zaman uçmakta kuş. Ne zaman yağmur pencereyi tıklatsa, kulak ver sabaha, aşk söyletiyormuş…

Söylenmemiş aşkın güzelliğiyledir

Kağıtlarda yarım bırakılmış şiir;

İnsan yağmur kokan bir sabaha karşı

Hatırlar bir gün bir camı açtığını,

Duran bir bulutu, bir kuş uçtuğunu

Çöküp peynir ekmek yediği bir taşı…

Bütün bunlar aşkın güzelliğiyledir.

Hem olgunlaştırır, hem buharlaştırır yaz. Zalim bir çiftçi gibi devşirip meyveleri, bir daha asla sana uğramaz. Kolkola halay çeken eski zaman kızları. Nasıl tarif ederler bilmem aşkları. Ay kolkoladır ne varsa yerde. Halayda kolkola girmemek olmaz. Nasıl sürüklenirse ay bahçelerden, nasıl dalgalanırsa fısıltıyla etekler; aşk öyle biter…

Aşklar uçup gitmiş olmalı bir yazla

Halay çeken kızlar misali kolkola.

Ya sizler! ey geçmiş zaman etekleri,

İhtiyar ağaçlı, kuytu bahçelerden

Ayışığı gibi sürüklenip giden;

Geceye bırakıp yorgun erkekleri

Salınan etekler fısıltıyla, nazla…

Çiçekler ne çok şeye tanıklık eder. Dostluklar, ölümler, düğünler, aşklar… Solmasalardı döneceklerdi, yalan yemin edilen ebedî aşklar. Oysa kar kucakladı baharı. Işte ömrün en güzel aldanışı! Ayak izlerine serpilen çiçek. Olmayacak baharların şarkısı.

Ebedî âşığın dönüşünü bekler

Yalan yeminlerin tanığı çiçekler

Artık olmayacak baharlar içinde

Ey, ömrün en güzel türküsü aldanış!

Aldan, gelmiş olsa bile ümitsiz kış;

Her garipsi ayak izi kar içinde dönmeyen aşığın serptiği çiçekler.

Ya sen! Sen değil miydin yüzüme vuran. Dalların arasından akan gümüş su. Ben yüzümü o suyla yıkadım. O suyla geçti ölüm korkusu. Oysa senin ölümsüz aksin. Bırakmıyor peşimi şu akşam vakti. Sürüklemek için hatıraları. Rüzgar seninle yer değiştirdi.

Ya sen! ey sen! esen dallar arasından

Bir parıltı gibi görünüp kaybolan

Ne istersin benden akşam saatinde?

Bir gülüşü olsun görülmemiş kadın,

Nasıl ölümsüzsün aynasında aşkın;

Hatıraların bu uyanma vaktinde

Sensin hep, sen, esen dallar arasında.

Yeter kapansın o tunçtan kapı. Ellerimle açtığım vahşi pencere. Unutuş gemisi beni kurtarsın. Madem denizler çekti derinlerine. Madem sular yükseldi, örttü maceraları. Bir akvaryumu seyreder gibi, bakayım yükselsin kederin dumanları…

Ey unutuş! kapat artık pencereni

Çoktan derinliğine çekmiş deniz beni;

Çıkmaz artık sular altından o dünya.

Bir duman yükselir gibidir kederden

Macerası çoktan bitmiş o şeylerden.

Amansız gecenle yayıl dört yanıma

Ey unutuş! kurtar bu gamlardan beni.

Akşam! Geceye dön, daha zifiri kapla! Unutuş! Kurtar gamdan, beni kucakla!

Olvido, Ahmet Muhip Dranas

MERDİVENŞİİR

EYLÜL-EKİM 2005

Sayı: 5

A. Ali Ural